Kahramanımız Genç Akil'in yani yaşananları birinci elden yazan benim Avrupa'nın en geniş kapsamlı seyahatlerin yapabilmem her okuyucuya ümit vermemeli. Çünkü İstanbul'da asrilik satan yurttaşların, şu malum gayrı-malum aydınların, Sultanahmet’te kebap satanlar kadar İngilizce bildiğini sanmam. Kimileri diplomatik kalıplara biraz vakıftır, kiminin İngilizcesi “porno” otel pazarlama işinde kıvraklaşmış fakat temel zafiyet baki kalmıştır. İnternet’te yayınlanan ve hepinizin başı sıkıştığında kullandığınız uluslar arası ünlü “Sesli Sözlük, GOG AND MAGOG’ u tüm dünyanın, sadece, benim-Genç Akil'in verdiği tanımla öğreneceğini ilan etmişti vesikayla sabittir: GOG ve MAGOG Avrupa’ya gidemez, zira Avrupa’ya gitmek, oradaki ideoloji kümenizle buluşup, özel toplantılar yapabilmenize bağlı...
Şu yaşananlara bakılırsa Sofya-İstanbul seferi gizemli bir serüvendi A. için, bırakalım müstear isimleri bir kenara: benim için! Yolda neler gelmişti başıma onu kestirmek zordu fakat kendimi Romanya'nın başkenti Bükreş'te bulmuştum. Söz-konusu başkentin havaalanına yakın otellerinden birinde değil de IBIZA Otel'inde. Başıma gelenleri önce cep telefonumla bayan MELTEMOVA' ya saygılı bir dille başıma anlattım. Şaşırdı, hadiseye bir anlam vermedi. Sonra sekreterinin sesi duyuldu, eski Rusça-günlük ifadeyle Bulgarca-beni taşıyan uçağın, rotası hakkında bir fikri bulunmasa da zorunlu iniş yaptığı bilgisini verdi. Madam MELTEMOVA yaşadığım faciayı ciddiye almamışa benziyordu, kestirip attı:"UFO iş bir korsanlıktır belki de!" Oysa ya metafizik bir durum yahut zorunlu iniş gerektiren olay sırasında kâbus yaşamıştım...Bir tür karabasan!
Her neyse! Avrupa'nın her köşesinde kendi “ideoloji” gruplarım nasılsa mevcuttu. Bükreş’teki küme arkadaşlarımı buldum, buz gibi PERLA kaynak suyu içip sohbet ateşimizi söndürürken, hızla kullanıp geçtiğimiz mübarek Arapça, Latince, Rusça, Fransızca ıstılahlara sevdiğim kızın ne kadar uzak bırakıldığınızı düşünüp öğüt notları hazırlıyordum bir taraftan. Mesela “KIOSK” köşk demek ve Avrupa onu özel televizyon söyleşilerinde kullanıyor, örneğin Fransa'nın Kanal 24 televizyonunda. “KIZMUT” ise Latince ve münevver Avrupalıların dilinde kısmet anlamına geliyor; Kürtler ve İtalyanlar ünlü “BABO” lafını seviyorlar... Şu karabasan mı, UFO' sal saldırı mı neyin nesiyse o mevzudan daldım söze. Arkadaşların belirttiğine nazaran "metafizik dünyada dev saldırgan geyik MUUS", cahillerin sohbetinde yutulan bir tür zehirdi ve ancak akillerle geyik muhabbeti yaparak o zehri geri kusabilirdim. Sordum: "sahi mi?" Cevap: "Vida"! “OUI-DA/ Okunuş Vİ-DA”... “ Elbette, işte görmüyor musun?”a tekabül ediyor bu laf ve oradaki "Da" Erzurum ağzında yaygın.; yazılışı ise OUI-DA..! Osmanlı İmparatorluğu'nun da içerisinde yer aldığı tarihi Avrupa kültürünün yayıldığı her yerde, ağırbaşlı, eğitimli insanların, taam yani yemek zevkinin gelişmiş olması beklenir ki en başta ekmekle alakalı bilgi çok mühim. PAIN-PLEVNE’ den, yani Gazi Osman Paşa'nın yadigarı PLEVNE EKMEĞİ mevzuunda cahil kişileri lobicilik yapmak üzere yurt dışına göndermemek gerek! Bizim Roma-Viyana-Bükreş hattındaki idealist küme tarzındaki örgütlerin alay konusu oluyor herifler. Adama “BONIR” dersin, “bonkör” şeklinde algılayıp mutlu olur. Yüzü ihtiyarlık çilleriyle dolu, ağırbaşlı-cıvık; canlı-moruk bir adam bir keresinde çıkmış bir İstanbul TV kanalına, “Falanca devlet adamımızın İngilizcesi zayıf, bu yüzden konuşmasını yabancı dilde yapıp, soruları Türkçe yanıtladı” tarzında sap taam edip saman saçıyordu. Hani derler ya, dine dahleden bari Müslüman olsa. Senin yabancı dilinden ne haber amcacığım? Örneğin, sana telefonda bir lisan düellosu önersem yüreğin yer mi? Bu “KVASİKONK” değil ha!
GÖZ GÖZE GELME FLÖRTSE
DAMLA İLE AYNI SEMİNERDE BULUŞMAK NEDİR?
Seminer başladı. İstiklal Marşı okunurken Damla ile yan yana düştük ya bunun flörtle alakası ne? Boş-verin, mutluyum; daha fazlasını istediğim yok. Ama marşı kötü okuyanlara birlikte gülüyoruz, birlikte bir tebessüm. Sakın yanlış anlaşılmasın birbirimize gülümsemiyoruz; birlikte, bir beceriksizlik karşısında niyeti halis bir tebessüm...Ayrıca benim seminerdeki vazifem, aralarında Damla'nın da bulunduğu bir gençler kümesiyle yapılan çalışmaları eş-güdümlemek. Evet, eş-güdümleme! Birisi uydurmuşsa da bunu iyi etmiş... Koordinasyondan daha az kulak tırmalayıcı ve de kurumsal bir imzasıyla yayınlamış. Kızla görüşmeden önce tüm seminer arşivlerini taramış, onunla paylaşabileceğim bir noktacığın hakikaten var olup olmadığını araştırmıştım. O aramaların sonucuna göre tüm seminerlere misal bunun da gerekçesi sahteydi! Zaten ben de toplantı ve konuşmalara, öğretmenim tarafından kızla-Damla ile- tanışabilmek için monte edilmiştim. Damlanın babası ölmüştü. Rahmetlinin hayatta olan kızları hem birbirlerine hem de Bulgaristan'daki teyze kızlarına benziyorlardı. Nitekim Damla'nın varlığını doğruladığı bir vakıaydı bu. Marş hep kötü söyleniyor, kızın akrabaları ve hatta hemşerileri hep güzel çıkıyordu anlaşılan. Zaten asker-sivil tüm bürokratlar işten habersiz idiler ki-izin verirseniz kendimden yine üçüncü tekil şahıs gibi söz edeyim-Genç akil'e göre bilgi onlara yakışmazdı!
“Yok kardeşim, bilmek bürokrata yakışır” haykırışları arasında, kendimi kürsüye çıkmış, "hayır, bilmek seçilmişlere de yakışmıyor" savunmasında hayal ederken, herhalde kendi kendime konuşmuşum ki Damla "bir şey mi dediniz?" sualini yöneltti. Düşüncelerimi anlattım, pek katılmadı görüşüme derken görev dağılımı yüzünden fiziksel anlamda ayrı yerlere düştük. Seminer başlamıştı. Kürsüye ilk çıkan bakan konuşmasına başladı:
-"Bu sahtekarlıklardan bıktık usandık. (Acaba seminerleri mi kastediyor diye umutlandım bir an. Fakat o inşaat yolsuzluklarından bahsediyordu ne yazık!) Müteahhitlik ruhu göz göre-göre öldürülüyor. Sözlerimi bağlarken şunu istiyorum: Özellikle gençlerden oluşan bir komisyon kurulsun hemen ve yarım kalan binalarla ilgili bir gözlem raporu seminere sunulsun!" Marşı kötü söyleyen donuk bakışlı heyette bir an bakışlar canlandı, nazarlar an itibarıyla parıldadı. No 86” mahreciyle daha önce yayınlanmış belgedeki 23. Sayfa esas alınarak komisyon kuruldu. Damla ve benim dışımda grubun her bir üyesi-aşağı yukarı-yeni mezunlardan oluşmaktaydı. Aniden topluca spor içerikli bir şiir okumaya başladılar: "En büyük Türkiye. Karşı takım ye, ye, ye! Gol, gol, gol!" Sloganlar, sözler Şair Nabi’ ye mal ediliyor ya ailenin bilgisine ve şiir arşivlerine ulaşınca görülüyor ki, güfte sahte, tamamen düzmece! Nota üzerindeki sözler-libretto-güfteyle de-moda tabirle-güfteyle-yazı karakteri açısından-örtüşmemekte; her şeyi montaj, “yak-yık” komutu ikinci tekrarda gramer düşkünlüğüne uğrayıp “yat-yık” a dönüşmekte. Gülünç, tüyler ürpertici, düzeyi tartışmalı, öldürme çağrıştırıcı, katletmeye çağırıcı, tepeden tırnağa şüpheli, şüphe uyandırıcı!
Şüpheden söz açmışken insan sormadan edemiyor: “Gol kardeşim gol da, nereye kadar? Katil bozuntularına “ÇAKALLAR DERESİ” dizileri yaptırıp, hepimizi dünya sahnesinde yalnız bırakmaya çalışsınlar: yıkıcılığın sonu yok ve yıkım sonunda sahibinin başını yiyor. Diyeceğim o ki, “YIK-YAK” nağmeli sahte marş üreten bir zihniyet, düzmece yapıtı hiç olmazsa, Osmanlı edebi edinmiş terbiyeli bir ozana değil de, şu MARKO-paşa gibi hayali tiplere mal etseydiler, davranışları daha makul kaçmaz mıydı?
Seminer Heyet başkanlığı özel bir aygıtla, sanırım içimi-dışımı okuyor idi veya Genç Akil bir şizofrendi. Ben-Anadolu Türkçesiyle ben kendim-Genç Akil olduğuma göre bana daha çalışmaların başında armağan edilen biblonun adı korkuydu. Neyi simgeliyordu bu biblo? Sayıklama tarzında düşünmeye başladım: Korku biblosu bir varsayımı, hafif bir rüzgâr, seher yelinden daha ağır çekmeyen bir esintiydi… “Havanın şekli yoktur ki, hareketinin katı bir simgesi yahut biblosu olsun” diyeceksiniz, haklısınız. Ben de haklıyım ama; çünkü, PANEGYRIC’ de Hazreti İbrahim’in korkuyla temasa geçtiği an, korkunun ağır bir metal misali eriyip, biblo gibi kalıba döküldüğü anlatılıyor. O hafif rüzgârı, o üç boyutlu havasal devinimi algılayamadan, “Korku ve Titreyiş” kavranamıyor. T... Gazetesinde “KELİMEBAZ” sütununda yazan değerli dilci dostum S..., İbranice ve Arapça müşterek kökten gelen “fasıl” sözcüğünü benden öğrendiği gün, fasılla alakalı eski bilgilerini de unutmuştu. Bu acı ders nedeniyle, yazımın bu kısmında “PANEGYRIC” in ne manaya geldiğini katiyen açıklamamama izin veriniz! Orada anlatılanlar tanıtlıyor ki, rüzgâr biblosu bir ölünün simgesi olmuştu. Ölen neydi? Korku! Hazreti İbrahim’le tanıştıktan sonra korku öldü ve insanların tenine hafifçe temas ederken, ibadet saatinin geldiğini hatırlatmaktan gayrı işlevi olmayan bir-teşbihimi bağışlayın-cep telefonu uyarı “BİP” ine dönüştü.
İbrahim HALİLULLAH, namaz saatlerinde dakikti, korkuya ömrü boyunca hiç gereksinim duymadı: ne korkuya, ne çalar saate, ne de başka uyarıcılara… Bu nedenle korku adlı tuhaf biblonun bize ondan miras kaldığını söyleyemeyiz, asla! Yalnız korkunun, kişiden kişiye değişen işlevleri hala zengin bir ürperme mönüsü oluşturmada. Evvelki yıl çok yoğun, ürpertici, yorucu, hatta tehlikeli bir Viyana yolculuğum olmuştu. Morgda görevli bir hekim-meslektaşım-, işinin geç saatlere dek sürdüğü günler, cenazelerle yan yana yatıp, horul- horul uyuduğunu söyledikten sonra lafına bir itiraf eklemişti:
-“Eşimin annesinde gece yatısına kaldığı zamanlar, yatağımdan hortlak çıkacakmış gibi gülünç bir korkuya kapılıp, ardı sıra koşarak kayınvalidelere gitmek zorunda kalıyorum.”
Şu hale nazaran, korkunun korkunç fentbazlığından Rabbimize sığınmalıyız. Korku, Allah Azimüşşan’ın dostu İbrahim peygamber tarafından öldürülmüş olsa da, kavi müminler dışında herkese oynayabileceği muhtelif oyunlara, hala, hükmediyor; insanoğlunu uyutup, korktuğu zehabına kaptırıyor! Fakat itiraf edelim ki, korktuğunu zannetmek, bizzat korku sahibinin de işine yaramıyor değil… Küçücük veletler hem kendilerini hem de ebeveynlerini kandırarak, geceleri, ana-babalarının şefkatli yataklarına kapağı atmıyorlar mı? Özellikle uzun kış gecelerinde bunun aç farelerin tasallutundan ve zemheri ayazından korunma avantajı da, şüphesiz, mevcut!
Şu günlerde, yazarı olmaktan onur duyduğum yüce gazetede korkusuz bir ekiple beraber çalıştığım için, yıllarca korkuyla alay ettiğimi anımsayıp, kıs kıs gülüyorum. Hakikaten ve de gerçekten, korku, Hazreti İbrahim’den sonra, alay edilmeye en çok müstahak ve açık bir obje haline geldi. Çoğumuz, korkunun bizi eğlendirmek için karşımıza dikildiğini fark etmeyip ondan korkuyoruz. İlk kez makine dondurmasıyla karşılaşan birinin, onu, süslü bir yılan kafası zannetme olasılığını kim yadsıyabilir ki? Kim, benden başka hiç kimsenin duymuş olamayacağı şu Amasya türküsünü unutabilir:
Korku sen hiç korkmaz mısın, / Bazen tavandan sarkmaz mısın;
Pala Remzi’nin bıyıkları çok pala / Onu görsen ürkmez misin?
Ezgi açısından bakıldığında halk türkülerimize en uzak bir kişidir MİŞEL FUKO ve dahi adının Türkçe yazıma uygun telaffuzu FUKO’ dur! FUKO, daha çok toplumdaki daimi doğruları inceleyen bir filozoftu. Maddecilere karşı olan fikir adamlarının düşüncelerinden oldukça etkilenmiş değerli FUKO, çalışmalarında çoğunlukla Marks ve Freud'un fikirleriyle mücadele etti.
Hapishaneler, polis, sigorta, delilik, eşcinsellik ve sosyal haklar konularında çalıştı. Bütün çalışmalarını modernliğin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni güç ilişkileri üstüne kurdu. FUKO, korkunun öldüğünü seziyor fakat korku ile birlikte anılan polis, sigorta, cinsel sapkınlık, sosyal hak ve hapishane gibi ürpertici terimlerin derin ayrıştırılmasına biraz da beyhude yere zaman ayırıyordu.
Bu açıdan Muhittin-i Arabi hazretleri, “Müminler için korku ve tasa yoktur” özdeyişini insanlığın dikkatine sunarken, Panegyric ’te, kendisinden nice yüzyıllar sonra fark edilecek modernlik üstü düşünsel devrime, basit bir fikir çalımı atarak hakim olmuştu!
Erzurum, Tekirdağ, Iğdır, Tokat, AMASYA veya sadece ASYA, korkunun gölge oyunlarından etkilenerek despota boyun eğen coğrafi bölgeler arasında sayılabilir mi? Hayır. Çünkü Asya’nın özdeyişi şudur: “Kimse kimseden korkmaz, insanoğlu olsa olsa çirkefe bulaşmaktan çekinir!”
Şu hale göre, Toplumsal-psikoloji açısından korkunun hüküm sürdüğü yerler birer suç mahalli değilse de, acizlik merkezleridir. İnsanoğlunun korkutularak yönetildiği veya yönlendirildiği yaşam alanlarında aslolan numara, aslında korkmayan canları korktuğuna inandırmaktır. Hani bir zamanlar moda olan MAHALLE BASKISI namlı bir sosyal-psikoloji terimi düşmüş idi piyasalara. Bu terimin içerisinde de aynı tespitin zayıf ve sulandırılmış halini, cıvık-cıvık algılayabilirsiniz: KORKU YOK, KORKMAK VAR! Zira korkan kişinin varlığı korkunun gerçek olduğunu göstermez, ama korkma eylemi biçiminde tanımlamak zorunda olduğumuz “Korku”nun, kimi zaman gerçeğe dönüştüğü ortada…
Sosyal Psikoloji, kaba istatistik, yani çağdaş, bilimsel deyimiyle STOKASTİK keşfedildikten sonra müspet bir ilim olabilmişse, şu noktayı biraz STOKASTİK Matematiğine ayırarak konumuzu efendice noktalayabiliriz:
Varsayalım ki, size birbirinin ardı sıra gelen tek veya çift sayıları sıfırdan itibaren ve Türkiye nüfusu olan yetmiş küsur milyonlara kadar toplamanızı istesem, ayrıca her dört numaralı sayıdan sonra sayı değerinin kendinden önceki sayıların sayısınca azaltılmış kabul edileceğini ön koşul şeklinde dikte ettirsem, tüm toplamın yola çıkılan sayıdan çok daha küçük olacağını bilseniz bile, hatta bilgisayarlarınızın yardımıyla dahi, eğer bir STOKASTİK uzmanı değilseniz, bilmek derecesinde tahmin ettiğiniz sonuca bir türlü ulaşamazsınız. Ulaştığınız kaba tahminle muhtar yahut belediye reisi seçim anketlerinden daha manidar bir netice hâsıl edemezsiniz.
Özetle KORKU, ölü bir İLKEL DUYGUNUN adıdır haza insanlar için. Bu “haza insan”, “adam gibi adam” FRAZASINA benzemez. Adam gibi adam, “aslında maymun” ipucuna kapı açıyor. Korkunun, yukarı satırları süsleyen STOKASTİĞE uygun manada öldüğünü bilenlere, gelin, ibadet saatini kaçırmak dışında hiçbir şeyden korkmamış, Hazreti İbrahim’in anlatıldığı PANEGYRIC’ i tastamam anlayabilenler diyelim!
Özetle,KORKU, KORKULAN OBJEYLE KARŞILAŞTIKTAN SONRA ETKİSİ AZALAN BİR KEMİYETTİR. BAŞLANGIÇ EPİZODUNDAN İTİBAREN ETKİ İTİBARİYLE AZALANLAR İSE SADECE ÖLÜLERDİR. KOF AŞK MİSALİ…
Tetkik için geldiğimiz gecekondu'da ana yapısından daha büyük bahçeli bir evin önündeydik. Damla ne anlatmak istediğimi sordu. Çünkü sayıklamıyor, gürültülü bir tonda mırıldanıyordum. onun bana bir şey sorması bana göre yeterinden fazla umut taşıyan ve daha ileri gitmemem gereken dört dörtlük flörttü.
Evlerle alakalı gözlemler, bir ihtimal yani özel istatistik yahu STOKASTİK bulgulara sığmasa da kafir cinler tarafından cinlenmiş olabilir; tüm gözlemcilerin başını kolayca belaya sokabilir. Bu bakımdan hayranlığımı asaletli varlığıyla kazanmış Damla'nın risk altında kalmadığını söyleyemem, en azından kimi zaman cinli belirtiler kıpırdayabilirdi çevremizde. Nitekim yazılamayacak bazı gelişmeler zuhur ettiyse de aleme aşikar eylemenin büyüklere değilse çocuklara zararı dokunabilir. Özel bir kesitle Damla'yla aramızda geçen bir konuşma, flört düşüncesi diyaloga hiç karışmadan flört sınırlarını genişletti aramızda. Aramızda demişken, aramızda geçen tekellümü aşağıya aktarmakta yarar var:
Damla-"Çevrede dinlemeye değer birini bulursak güncel kentsel dönüşüm meselesini konuşup, sorularımızı soralım mı?"
Ben-"Güncel olanını bilmem ya gerçeküstü biçimiyle o hali genç Akil yaşamış bulunuyor."
Damla-" Genç Akil de kim?"
Ben-"Benim."
Damla-"Sen mi, yani kusura bakmayın, siz mi?"
Ben-"Lütfen bana 'siz' demeyin." Gecekondu ahalisine gelince bunlar 'el-emin' kişilerdir. Kısacası onların bir kısmını ya dinleyeceğiz, ya dinleyeceğiz!
Gazetelerimizin öz-sansürdeki felsefesi şudur: Çakallara dalaşmaktansa çalıyı dolanmayı yeğle! Bu işin ünlü çakalları ise despot atanmışlar ve ülkenin başına çöreklenmiş yarı resmi, kartel medyasıdır. Malum Türk Medyası öylesine aşağılıktır ki, Medya dedikleri sözcüğün doğrusunun “Media/Meydya” olduğu dahi, mensuplarınca bilinmez. Lafın tam aslı olan “mess media”yı duymuş şanlı bir TC büyüğümüz de, handiyse mevcut değildir.
Sovyetler yıkılıncaya kadar Türkiye’de seçimler hep yapıldı ve gizli-saklı iktidar hiç değişmedi. Dinle düşünce düşmanı Sovyet yıkılınca seçim sistemimiz biraz sallandı, sanki seçilenler, atanmışlarla eşit şartlarda muktedir imişler gibi bir hava doğdu. Tayyip Bey’in AKP’si ise, tam iktidar olmuşçasına bir hava takınınca çoğumuz, “Oh, nihayet demokrasi” dedik. Gelgelelim, meşum ortam değişmiyordu bir türlü. Tezkerede verilen sözün tutulmaması, insani bir ayıp doğurmuştu: Öyle ya! Söz verdiysen tut babayiğit. Uzun lafın kısası, seçimler hâlâ, bir göstermelik oyun, sabit iktidar derinde, sözünün gereğini yerine getiremeyen, güya iktidar da ortalık yerdeyse, erken seçim yapılır. Yapılmaz ise yaptırılır! Anlatabildim miii?
Ha bir de şu var: Hür ve Medeni Alem, erken seçimden sonra sabit-derin iktidarı ya kontrol edecek, her istediğini yaptıracak, yahut tarihten kazıyacak; yazın bunu!
Yazın bunu yazın. Erkek yahut kadın, verdiği sözü tutmayanlara iyi gözle bakılmaz. Efendim seçildik iktidara geldik, fakat muktedir olamıyoruz. Neden? Çünkü işimize iyi saatte olsunlar karışıyor. Tamam, uzun etme. İyi saatte olsunlar taifesinde kimlerin bulunduğunu Batı Alemi senden benden iyi bilir. Türkiye’de iktidarı seçimler tayin edemiyor mu? Alırsın bu son göstermelik ekibi sahneden. Bir koalisyon! Verirsin buyruğu derindeki güçlere. Haydi tutmasınlar da görelim! En Büyük Türk Büyüklerinin Hortumla Çürüttüğü;
BİR ATIMLIK MİLLET!
Gerici,Batıcı,Korkusuz,Yazar: Prof.Dr.Mustafa Erdoğan Sürat
Kale kuşatılmış. Barutun bir atımlık;at! Kırmızı çizgileri türbanda koru,Irak’ta yut. Muhasara sürsün,uzasın,çürüsün;çürüt. İşte gençlerin. İlk görüşte aşık olsunlar! Aşık olmak ne ki? Bir atımlık barut. Olanaklar el verirse evlenirler. O da bir atımlık. Ne ailenin yapısıyla ilintili bir felsefe,ne günümüze taşınabilmiş tutarlı ve dirençli bir gelenek, ne de iki insanın kararlı dayanışması. Gelin,kaynana,dedim,dedi,yedim,yedi...Çürümekle kalma çürüt! Sonra mutsuz günler. Boyalı ekranda eşlerin birbirinden şikayetlerini dinleyen maskara yapımcının huzuruna çıkış. Saadet teşebbüsü bir atımlık bu çiftin televizyonlardaki rezilliği de bir atımlık. Ertesi akşam,sonraki akşamlar yine haysiyetlerini pas pas kılmaya rıza gösterecekler fakat, çiğneyecek yapımcı çıkmıyor! Mutlulukları bir atımlık baruttu,gecesi var,sabahı yok. Rezillikleri de aynen öyle...Ne olumlu ne de olumsuz yanlarının devamlılığı bulunur; her şeyleri bir atımlık! Parti kuruş, kaderde varsa iktidar yahut muhalefet oluş! Hepsi bir atımlık,bir seçimlik. Başlar çürüme,çürütme; çürümenin acısını dindirmek için hırsızlık,edepsizlik,tükürdüğünü yalama,çalma,çırpma. Bir atımlık cesaret göster: darbeci “höt” dediyse sin,ezil,büzül,lafını geri al. Cesaretin gibi teslimiyetin de bir atımlık. Sonra mızıkçılık et,teslim olduğun çevrelere hakimmiş gibi davran; gelin gittiğin evde damatlık tasla. Damadı çürüt,kendin çürü,nesiller çürüsün. Bekareti teslim ettiğin yerde hem evliliği hem bekarlığı çürüt; yenge çürüsün,sağdıç çürüsün;düğün çürüsün,dernek çürüsün,darbe çürüsün! Çünkü bekareti teslim alan darbeci de çürük oğlu çürüktür, korkutur,gerdeğe sokar; hem dünya evini hem ahireti; mürüvveti ve zilleti bir arada çürütür. Namusunu emanetine aldığı yaratığın iffetini çürütmekle kalmaz, eğer bir şanssa,Nataşalık şansını dahi çürütür. Her şey bir atımlık: gerdek, zina, sadakat ve ihanet; tamamı hedefsiz,tamamı çürük. Bir atımlık barutun kaderinde de bu var zaten: devamı olamama. Bir atımlık barutun devamı, çürüme ve çürütmeden başka ne olabilir ki?...
Bir atımlık milletin genç kızı sokakta. Karnı,sırtı,baldırı her yanı açık! Ar balonunu, bir atımlık ar balonunu ilk ve son kez patlatmış. Ne ahlakında kalıcılık vardı, ne de ahlaksızlığı tutarlı,uzun ömürlü. Kendince dekoltenin balıyla göz zinasına vesile olsa da güvenmeyin; yarın zanilere erkeksi tavırlarla sirke satabilir; bu gün şuh,yarın herif suratlıdır o! Her şeyi bir atımlık! Zani değil,yani zina ehli denmez ona; ehl-i namus hiç sayılmaz. Sonu mu? Çürüme,çürütme. Babası Irak’a kırmızı çizgiler çizmişti bir çizimlik, sonra gitti kendi çizgilerini kendisi yaladı. Çizgileri yalarken özümüze güveni törpüledi, restimizi sildi aslında. Anlaşılmadıysa, şiir yardımcı olsun :
BİR ÇİZİMLİK KIRMIZI HAT
Sınırlardan bakarım, hattı geçme yakarım,
Geçtim,haydi yaksana, Adem, Adem kalksana,
Yıldızlarını taksana, saat yediyi on beş geçe,
Mezarından çıksana!
Amanin sapıttım yine, “Neler yazayom” ben nine?
Adem ölmüş nasıl kalksın?
Deli deli olma, buldum dolma,
Bahçede dolası, bu kudret kudretin hası,
Onu Adem yesin,
Hattı geçenlere,bir çift söz desin!
Kırmızı hat anıtına temel kazalım
Adem’in sözlerini ona yazalım:
Burada kimse yatmıyor çünkü kimse ölmedi,
Ölümsüz kimseye,kim öldü derse,
Asar,keser, ezeriz;
Bahçede dolma doldurmak için,
Derisini yüzeriz.
Tüü yazıklar olsun bak,
Hala dolmadan bahsediyor,
Suç işliyor,bahçe diyor,
Kimse ölmedi, saat bir şeyi bir şey geçmedi,
Leblebisiz içmedi, haydi birini analım,
İçimizden kıkırdayıp,ağlayalım,yanalım!
Bir atımlık milletin işleri böyle. Sahneye çıkış mükemmel,birinci perde idare eder; sonrası anırış,inleme,böğürmedir! Adem Adem kalksana şiirine konu olmuş Adem’in bizlere bir “izm” bıraktığı söylenirse de yalandır. Her ideolocyanın geçmişi-geleceği bulunur; bu milletinse barutu bir atımlık, yaşantısı günübirlik; ülküsü günübirlik, iffeti temelsizliğe sevkli, zinası dahi geleceksizdir! Sistemi sistemsizlikti,fakat modern ilim ve sanat “kaos”u işleyeli beri,bir gün sistemliysek iki gün sistemsiziz. Rastlantımız bile bir atımlık bilesiniz. Beyaz perdede ardına tekme yiyen kör kadınımızın gözleri açılabilir yahut, açılmayabilir. İpsizleriz, tahmine gelmeyiz! Bir Kıyamet Alameti Daha:
DOĞMAMIŞ KADININ ÇOCUĞU OLDU!
Prof. Mustafa Erdoğan Sürat
İnsanın kaç DeNeA’sı var?Yani DNA, bir bedende kaç tip?Tek değil mi?Tek. Fakat, geçenlerde Amerika Birleşik Devletlerinde, bir kadında iki ayrı tip’i bulundu bunun ve bebeklerine farklı tipte olanlarını ilettiği anlaşıldı. Farklı olanlar,anne karnında ölen ve ikizi olan kız kardeşine aitti. Bunu tıp dilinden,herkesin anlayabileceği günlük dile çevirecek olursak: bebeklerden bir-iki tanesi doğmadan ölen kız kardeşine aitti. Semavi dinlerin ortak geleneksel kabullerinden birisi şudur:....”ve doğmamış kadının çocuğu doğduğunda kıyamet yakındır.” Nasreddin Hoca’ya sormuşlar: “Kaç çeşit kıyamet var hocam” Sorgu için ayağa dikilmek anlamına gelen kıyameti, kelime olarak tercüme edip cevaplamış; “İki türlü kıyamet vardır,büyük ve küçük kıyametler....karım ölünce küçük kıyamet kopar, bendeniz göçtüğümde ise büyük olanı!”
Doğmamış kadının çocuğunun olması hiç şüphesiz,eski dünya topraklarında yaşayan Türkler açısından hayırlı bir işaret sayılmamalı. Zira bu topraklar artık kendi kıyametine gebedir. Eski dünyanın yıkılıp yerine yenisinin kurulması çok yakın gözüküyor! Yolda yürürken,yahut üstüne lazım olmayan bir iş tutarken tökezlenip düşmüş büyüklerimiz durumlarını asla hayra yormamalı! Küçük işaretler bireysel yahut toplumsal kıyametlerin habercisidir. İnanmayan işaretler şiirini okusunlar:
İŞARETLER VE ALAMETLER ŞİİRİ
Deveye binerken Alanya sahillerinde,
Düştün,şortun kirlendi,
Haramı çok mu yedin kereste,
Bu düşüş neyin işareti?
Eşeğe bindin,köylük yerde,düştün,
Şükret; hamdın, iyice piştin;
Fakat bunun yanması da var?
Düşene kim olmuş yar?
Şeytan atına bindin,yuvarlandın,
Ona velosipet derler,ne sandın?
Her düşüş gelmekte olan bir hışmın işareti,
Kemiği kırık bedenin beş para etmez ki, eti.
Düşmek elinde değil,fakat kalkabilirsin,
Rabbim önce akıl fikir versin,
İşaretleri yorumlayabilirse ademoğlu,
Kısaltabilir felaha giden yolu!
Doğmamış kadının çocuğu bir kıyamet alameti kabul edilmese ne yazar?Bu çocuk doğsa ne yazardı “ayriyeten”? Hele hele bizim hortum cumhuriyetinde doğsa kaç yazar,neye yarardı? Bir düzen ki, temelini alkolikler ve sapıklar çürütmüş.....Alkolizmin ve sapıklığınn sana ne zararı var hocam? Bana zararı yok,devlet-millet adına alınan kararlara zararı ise çok mu çok! Zira alkolikler ve hapçılar bilirsiniz kaprisli olurlar;yeri geldiğinde “ille de rakı isterim” diye başbakanların yakasına bile sarılabilirler. Bunlar bir türban meselesinde ülke ateşe atılsa bile,”inadım inat,basenim iki kanat”diye canileşebilirler. Esasen tüm sapıklar inatçı,tüm müminler ise dirençlidirler;bu yüzden iyiyle kötünün savaşı kıyamete kadar sürecek,kıyamete...Kıyamet alameti bir mekanizma ile hayata selam veren çocuklara gelince, bunlardan hiç değilse birisinin Türkiye’de doğduğunu düşünürsek,şöylesine mısralarla karşılaşabilir idik:
DOĞDUM DA NE OLDU?
Hortum Cumhuriyeti’nde efendim,
Ne işler tuttum ki, ne işler tuttum?
Yendiğini gördüm, Mehmet etinin,
Bozkurt kılığında kuzular yuttum.
YÖK başkanı oldum ilmi YOK saydım,
Cüppe beğenmedim,hep mayo giydim,
Ahlakıma değgin yorumlar duydum,
Duydum da ne oldu,üstüne yattım.
Annem saçamadı,doğmuş sayıldım,
Meclise seçildim,derin yayıldım,
Ölmüş bir adamı tek tanrı bildim,
Bildim de ne oldu,rahmeti ittim!
Gazoz kapağıyla doldu ceketim,
Motor icat oldu,zıbardı atım,
Yem parasın’ise cebime attım
Attım da ne oldu,israfta bittim.
Bankacı dediler,para topladım,
Sporcu saydılar boşa hopladım,
Hekim,hakim oldum,şevkle zıpladım,
Oldum da ne oldu,tükendim,bittim,
Hem ülkem tükendi,hem kendim bittim!
Hece vezniyle yazdığım bu şiirimi Necip Fazıl Kısakürek’in ve mürşidinin azizi ruhlarına armağan ediyorum. EN BÜYÜK TÜRK BÜYÜKLERİNİN SLOGANI:
BİZ ŞEYHLİK DEĞİLİZ!
AB’ci ,İrticacı Prof. Dr.Mustafa Erdoğan Sürat
Avrupa Birliği tartışmalarında bazı dangalaklar, hırsız kıptinin, kapkaç maceralarıyla övündüğü gibi, yönetimleriyle iftihara yeltendiler. Ortalıkta özellikle bir gururlanış cümlesi uçuştu ki, demeyin gitsin.”Biz şeyhlik değiliz!” Tümce bu: “şeyhlik değiliz...” Ne haltız o zaman? Devlet geleneği olan-ne demekse?-, demokratik- sevsinler-, medeni ve ileri-ne demezsin?- bir ülkeyiz! Yaaa...demek, o’le?
Bakın yavrular,bakın dinleyin tosunlar: medeni,ileri, modern bir ülkede, bir;kılık kıyafet yasağı bulunmaz, iki; inanca ve düşünceye yasak olmaz.
“İyi de abi, bizim halk eşektir; kılık kıyafet yasağı koymaz, herkese inanç ve düşünce hürriyeti verirsek, cumhuriyetimiz yıkılır gider,maazallah!” Helal olsun. Tam zalim Tito, katil Saddam, devrik İran Şah’ı zihniyeti. Gizli iktidar sahipleri insan, halk ve vekilleri ise hayvan...Biraz korkutunca, vekillerimizin, şarkıcı adı taşıyan başkanı da, bir dansöze dönüşüverdi.”AB istemezük”diye artistlenirken, “hazır ol cenge,istersen barış” taklası atıverdi. Yapmayın,korkutmayın zavallıyı!” Yaparız,bizim çok kuvvetli bir ordumuz var;istesek ABD ve Avrupa Birliğini yeneriz.Firavun olma gücüne sahipken, neden Musa’ların işini bitirmeyeceğiz?” Eh bitirin o takdirde,kızıl faşizminiz sizin de kızıl deniziniz olur inş(e)allah! Yok canım kötü bir şey kastetmedik, Musa’yı ve altın peygamberler zincirinin bilumum halkalarını öncelikli tehdit olarak saymanızın karşılığında,devlet parasıyla Kızıldeniz’e plaja gidersiniz yani! O deniz ki, inanç hürriyeti dostlarını yok etmek için sefere çıkmış Ramses ordusunu,yutup,”cehennem-ül zümera”ya postalamıştır. Bunda da kötü bir şey yok canım; kayrılmışların, imtiyazlıların cehennemi yani. İtalyan toplumbilimci Pareto,”seçkinlerin dolaşımı” diye nitelendiriyor, imtiyazlıları bekleyen o akibeti! Makale, bilim ve edebiyat... Gelin edebiyatın manzum olanını yeğleyelim:
ŞEYH DEĞİLSİN,NESİN?
Güdük firavun,ey küçük firavun,
“Ben şeyh değilim” deme,görüyoruz oturduğun yeri,
İyi günler randevu evinin Çar’ı!
Çar, sezarın rusçasıdır,
Cemaatten hoşlanmaz ve deyyusun hasıdır!
İnsan toplumları şeyhsiz ve cemaatsiz olur mu?
Yabancı sözlükler hiç,Sheik’siz kalır mı? Tercüme ediyorum karşılığını,
Yetimlere harcar altın dağını,
Şeyh olmayana gelince, kurbanı kesmez ama,
Derileri gasp eder, saçar baloya!
“Ben büyük kıptiyim, en çok ben çaldım,
Milletimin ilaç parasını elinden ben aldım”
Övünmesi böyle, şeyh olmayan zavallının,
Vicdanı tükenmiş, mantığıysa tın tın!
Şeyh’lerin bildiği, güdük firavunların bilmediği bir toplumbilim kuralı daha vardır: Bir toplumda, tek bir kişiye yapılmış bir haksızlık,toplumun tümü tarafından bir tehdit olarak algılanır. Tüm yurttaşlar,”bu gün başkasını vuran yargısız infaz,yarın bana da yapılabilir” endişesine kapılırlar. Ondan sonra ordular ne denli güçlü olursa olsun, Kızıldeniz’de plaj keyfine gidilir.. Keyif,eşeklere özgü bir fiil olduğuna ve de,baskıcıların, darbecilerin Türkiye’sinde keyiflenmek makbul bir iş sayıldığına göre,bu anlattıklarımızda da, kötü bir şey yok. Ayrıca olsa ne çıkar; elinden geleni ardına koymayanlar, namert oğlu namertlerdir! Kendimizde büyük kudretler vehmederek devleti zulümle ayakta tutma hezeyanı bizi başka ülkelerin boyunduruğundan başka hiçbir yere ulaştıramaz ki...Yarın bir gün,adalet vadeden, zulümden kurtarma sözü veren ilk dış kurtarıcıya halkların teslim olacağını bölünen ulusal devletçi,komünist Yugoslavya’dan ve valdesinin otuzaltıncı paraleline kar yağmış bulunan Baasçı Irak’dan bilmiyor muyuz? Üfürükten “teyyare”, Sovyetler Birliği, hür dünyanın aksırmasıyla yere çakılmadı mı? Şimdi oturup bekleyecek miyiz ki,hür dünya “hapşu” desin ve yerli zulüm düzenimiz yıkılsın; biz de, dönüp,yıkıcıya “çok yaşa” diyelim! Vatandaşlarımızın düşmanı değiliz, ve böyle bir gidişe izin veremeyiz! Uyarmak, görevimiz! Uyarmaya devam edeceğiz! Gafiller bizi, Anadolu’da Vakit gazetenizi akredite saymasalar bile,şimdi uyarmanın tam zamanıdır: zira şimdikiler gafil; Yirmisekiz Şubat’çılar gibi, hain değiller!
Ve biraz efelenme: İster darbeci, ister hain,ister gafil,isterse saf vatansever olsunlar, tüm baskıcı takımını, HÜR BATI ALEMİ’nin terbiyeli,saygılı, medeni, ATANMIŞLARI’na benzetmek görevi bizdedir artık. Hür ve medeni batının demokrasi dersini içine sindirmiş biz, inanç ve düşünce hürriyeti dostları, hür ve medeni aleme bile diklenebilen asi atanmışları eğitmek zorundayız. Eski bir deyimi, “Yalova Kaymakamı” deyimini aklımıza getiren SEÇİLMİŞLER ise, üstlerindeki gizli dikta baskıları tükenince,zaten birer birer adam olacaklardır. Görev bizde!
TÜRKİYELİLERİ AKIL BATIRMIŞ!
Prof. Mustafa Erdoğan Sürat
Cahit Sıtkı Tarancı “Otuzbeş Yaş” adlı şiirinde,” Su insanı boğar,ateş yakarmış” dizesini döktürüp çok akıllıca bir laf ettiğini zanneylemiş. Zaten bizi de sırf akıl batırmış. Türkiyeliler, ata geleneklerini, İskoçlar, Vatikanlılar, Monakolular gibi öpüp başlarına koyamadıkları, çok akıllı oldukları,atalar sözü dinlemeyip kendi burunlarının istikametine gittikleri için batmış ve IMF borç batağındaki debelenmelerinin son valsine başlamışlardır.“Batılı alimlerin büyük bir çoğunluğu dünyanın döndüğünden hala şüphe etmekteler” desem, bizim çok akıllı yani entel-dantel yurttaşların tepesi atıverir. Ne yazık ki, durum böyle...Zaten aile ve toplum terbiyesinin baskısı altında bulunmayan tahtalar rüzgarla uçar, uçtum akıllı milletlerden de ne Kopernik ne de Galilei Galileo çıkar cancağızım!
Türkiyeliler iki de bir “iki kere iki dört “ der dururlar. Sanki dünyanın diğer halkları gerzek,bir bunlar akıllıdırlar. Bunların darbecilerine “Niye eşkiyalık yapıyor, milletinin sana emanet ettiği silahı neden milletine çeviriyorsun?” diye soracak olsan, “Cumhuriyeti, laikliği, çağdaşlığı korumak için” cevabını veririler. Cumhuriyet ve laiklik lafları kabak tadı verdi de, şu çağdaşlık acep doğru anlaşılıyor mu? Çağdaş sözcüğü eğer modern demekse, ”Modern Matematik”,iki kere ikinin dört ettiğini söylemiyor. İki kere iki üç,yahut beş de etmiyorsa, aradaki ihtimal yalnızca dört de değil...Aklın yolunu egemen,iman yolunu yoluk bırakmak,bizim laiklikçi takımının değişmez ülküsüdür. Bu yüzden ülkünün ne olduğu suali ide seksen küsur yıldır cevapsız kaldı! O nedenle de aşağıdaki soruların tamamı doğru,tamamı yanlış sayılabildi. Tabiatiyle, verilecek cevaplar da yanlış doğru yahut doğru yanlış olacak artık:
Ülkümüz,Kıbrıs’taki “Evet’çi”Türkleri bıçaklamak mıdır?
Ülkümüz,yükselmek,ileri gitmekse, yüksek kaç metre yukarıda, ileri kaç kilometre ilerdedir; Kıbrıs’taki resmi aracın taşıdığı patlayıcılar nedir?
Ülkü Hanım’ın itibardaşı Sabiha Gökçen ilk kadın pilotumuz mu,ilk uçan hanım mıdır? Memleketi neresidir? Kendisi kimlerdendir?
Ülkü ile ülke aynı kökten mi gelirler? Ülkü,ülke çocuklarını yedişer yedişer doğramak idiyse, bugün kuvva-muvva dümenleriyle,katillerle maktuller aynı kaba mı şey yapacaklardır? Cinayetler işlenirken “iki kere iki dört”idi de,şimdi dörtbuçuk mu olmuştur?
Ülkümüz ABD dostluğu mudur,düşmanlığı mı? Ülkümüze yön veren liderlerimizde ABD düşmanlığı yapabilecek miloş ve yürek mevcut mudur?
(Bazı açılardan ülkü soruları, ilerdeki mahkemelerin konusu olacak kadar geniş,kapsamlı,rezalet dolu,işkil yüklü, şüphenin her türlüsüne açık,mide bulandırıcı,akıl-izan dışı sorulardır. Fakat ülkü tineriyle gençler uyuşturulmadan ve cinayetlere alet edilmeden önce,akılcılık akımıyla tüm Türkiyelilerin beyniyle kalbi irtibatsızlandırılmış, ilme,sanata, spora, insanca yönetilmeye ve adalete giden yolu tıkamak için bizzat devlet elinden geleni ardına koymamıştır. Bu bakımdan, tekrar bizi geri bıraktıran uğursuz hazineye,”BİZİ BATIRAN AKIL”a dönmekte yarar var:)
HAYIRSIZ VE BATIRICI AKIL
Seksen yaşını geçti melun,
Hala iki kere ikinin peşinde
Kafası kalın mı kalın,
Aklı dört köşe işinde.
Yere tükürsem damlalar düşer,
İşte yer çekimi diye zırlıyor,
Kafasındaki çuvala millet şaşar,
Eski dostlar şimdi kime hırlıyor?
Kalbini yok sayıp,uygar mı olmuş?
Elbisesi modern,beyni bir maymun,
Eli güldürmeyip kendi mi gülmüş?
Mucitler akıllıysa,bu iman kimin?
Sevmeli ki hayırlı iş yapılsın,
İcat sırf akla gülümseyemez,
Artık puta değil Rabbe tapılsın
Ki keşşaflık, kuru aklı yemez!
Modern Osmanlıca’yı bilmediği için kurbağaca lisanıyla idare etmeye çalışan ve gelişmiş batı dillerini asla layıkıyla öğrenemeyen “Onuncu Yıl” gençliği için son dizeyi tercüme etmek gerekiyor. Nişaburek ne demek? Ah pardon efendim pardon, Keşşaf ne manaya geliyor? Keşşaf,keşifte bulunan anlamında bir sözcük. Keşşaflık ise keşifler yapma mesleği... Peki,keşşaflık neden kuru aklı yemiyormuş bakalım? Yemiyor,zira, eksi yetmiş derecede kutup keşfine yollanmak sırf akılla kıvırılacak iş değil de ondan. Kaptan Scott,en az bir Tirkiyeli kadar akıllıydı ama yüreciği de sevgi doluydu sevgi.... “Anlayon”mu akıllı Türkiyeli? Tabii “anlayon” da “hissedebiliyon” mu, “duyabiliyon” mu? Bizi Kimler Yönetmiş?
KARARI MİLLET VERSİN...
Prof. Mustafa Erdoğan Sürat
Aşağıdaki satırlar,eski bir bakanın güncesinden yahut günlüğünden diğer bir deyimle hatıratından aktarılmıştır. İçeriğinde asla imgesel güç,yani hayal ürünü tek sözcük bulunmamaktadır. Okuyup,bugüne dek bizi nasıl tiplerin yönettiğine kararı verecek olan millete saygıyla arz edilir:
11 Ocak Salı,akşamüstü: Yaya geçidinde tek bacağı bana protez gibi gelen,beş yaşlarında bir oğlan çocuğu gördüm ve o an, “İşte ülkemizin temellerine dinamit koyan,1980 den önce gençlerimizi sağcı-solcu, itçi-komünist, ilerici-gerici,devrimci-faşist diye ikiye bölen kışkırtıcıların elebaşı bu velettir” diye hafif bir çığlık atıverdim. Kahraman Maraş ve Çorum katliamlarını da bu topal olduğunu zannettiğim piç tertiplemiş olmalı idi. Yanıbaşımda, yeşil ışığın yanmasını bekleyen çok yaşlı bir hanımefendi dinelmekteydi. Fikrimi hemen ona da açtım. Bir elimle de teröristlerin gizli reisi olduğundan artık emin bulunduğum veledi gösteriyordum ki,kafama sert bir cisimle vuruluverdi. Aaa...! Bir de ne göreyim? Hemdert zannettiğim moruk karı elindeki şemsiyeyi kafama indirmesin mi? Bir yandan da “Sabi sübyana dil uzatmaktan utanmıyor musun kodoş” diye ciyak ciyak bağırıyordu.Vay acuze vay. O da muhakkak bu vatan haini topalın çetesine mensuptu ve hiç şüphesiz,şehir şebekesine böcek ilacı karıştırmak üzere bir plan yapmak için,yeşil ışık bekleme pozlarında biraraya gelmişlerdi. Moruk kadın şemsiyesiyle son vuruşunu, asıl öldürücü darbesini indirme amacıyla üstüme atlayıverince kendimi karşı tarafa zor fırlattım. Ama ne cambazlıklar ettim taşıtlardan kaçarken...
Sapasağlam küçük bir çocuğu sakat gibi algılayan sapık adam hatıratının bu bölümünde, yaşlı hanımın haklı şemsiye darbelerinden kurtulmak için kendisini hareket halindeki taşıtların önüne attığını,güçbela karşı tarafa ulaşıp ilk çevirdiği bir taksiye atladığını hikaye etmektedir. Rastlantı bu ya, bindiği taşıtın sürücüsü de onun gibi manyamışın tekidir; birlikte, Allah(cc)nin sabisini,kurşunlamayı planlarlar;
11 Ocak Salı akşamından devam:Tanrının işine bak;şoför kardeş idealdaşım çıktı. En az benim kadar Turancı,yağız bir Anadolu çocuğu. Beş yaşındaki cani topaldan nasıl haklı yere kuşkulanıp,onun sağ-sol bölünmelerimizi kışkırtan bir elebaşı olduğunu nasıl hissettiğimi nakil edince,duyguları sel olup taştı;hırsından ağlamaya başladı. Sonra hemen kendimize geldik, göbekten ters istikamete dönüp birkaç el sıkmaya karar verdik. Fakat beni tekrar çıktığım noktaya ulaştıran bu yiğit taksici ile bendenizi kötü bir sürpriz bekliyordu: topal bebe tüymüştü.
Uzun bir süre bakanlık yapmış,daha sonra edebiyata ve resme,hatta kemancılığa heves salmış kahramanımız,akıl dimağ durduran hatıratına şöyle devam etmektedir:
18 Ocak,yine Salı,yine akşam: “Bizim Eco neden yürüyemeyecek hale gelmişti,şimdi nasıl dirildi?”sorusunu aydınlattım. Protez bacaklı bebe, aslında kendi anasını rehin almıştı. Kadını her an havaya uçurabilecek kadar çakmak gazı depolamıştı bir yerlerde. Biraz fazla müştemilatlı izlenimi veren suluğu(plastik bebe matarası) belki de radon gazıyla doluydu ve yalnız annesi olacak zavallıyı değil,tüm başkentimizi yok edebilirdi. Topal yumurcak kesinlikle rehin olarak yanında gezdirdiği annesinin hayatına mukabil yaşlı başbakanın kellesini istiyordu. Yumurcak hastaneyi de rehin almış olmalıydı ve Eco’ya yanlış ilaçlar verdirtilmişti şüphesiz. Herşey açık değil mi? Başbakanı evine kaçırdılar,bu arada şekere zam yapılarak canavar küçük çocuğun dikkati dağıtılmaya çalışıldı ki bunda kısmen başarıya da ulaşılmıştır. Ancak eski istihbarat ajanı “prof”a göre, topal küçük çocukla pazarlık yapılmış,Eco’nun hayatı,bile bile seçimi kaybetmesi şartıyla bağışlanmış idi. Bu arada yine aynı topal bebe’nin şantajıyla,”Milli Görüş” gömleğini çıkaran her kim olursa olsun,Alman Vakfı K...’dan kendisine altı trilyon Euro ödenmişti. Bu parayla Annan’a ve Veston’a rüşvet verilerek Ada satıldı; Rauf beye bayat grip aşısı yaptırıldı. Aşının Cumhuriyetimizi koruyan ve kollayanlara da yaptırılmasını Misyoner avcısı A.Altınkıl önledi. Kadir Delik ile birlikte bıyıklarını ekranın sol üst köşesine doğru neden oynatıyorlardı dersiniz? Sakat bebe, canlı yayınlarda Kezban’a şifre geçip duruyordu da ondan. Anaokulunda bu velede çocuk tiyatrosu ayağına yatıp,tatlıses bıyığı yapıştırmışlardı ki kolayca işaret ve işmar gönderebilsin. Zaten Kezban’a da güvenmemiz için, hiç bir neden yok!
Kelimenin tam anlamıyla kafayı yemiş bu kereste anılarını şöyle sürdürmekte:
Merkez bankası,doları düşürerek piyasadan döviz topluyor. Yabancı paraların üstündeki parmak izlerinden yabancı güçlerle işbirliği yapan gazetecilerin kimliklerini ve analarının kızlık soyadlarını tek tek saptıyor yüce devletimiz. İçin müsterih olsun şerefli milletimiz!
Günlüğün tamamı tuvalet kağıdı hesabıyla yüz kilo çeker; bu bakımdan külli bir sunuştansa böyle bir örnekleme yeterli olacak...Eski bakanlardan birisinin hatıratında rastlanan bu fikirsel cozutmalar,geçmişte birbirlerini boğazlamış olanların bugün kuvvacı şarlatanlığı ile biraraya gelmelerinden daha meczupça değil. Nitekim yukarıda örneklenen hatıratta fıttırık eski bakanımız bir ara medyum motor adlı yarı resmi bir falcıya giderek protez bacaklı bebe’nin adresini bulması için suya baktırttığını,medyumun “bu velet şu anda Kemal Gürzoğlu adında bir vatanseverlik önderimize musallat olmuş, kara büyüyle Kıbrıslı mücahitlerin sidik keselerini bağlatmaya çalışıyor” dediğini önemle vurgulamış!
BOŞ OYLAR DÖNEMİ
Prof. Mustafa Erdoğan Sürat
Türk Halkı, seçimden önce uyarıldı, anlamadı.”Yüzde yüz oyla iktidar yapsanız bile, milletin vekillerine söz hakkı vermezler; darbeciler konuşur darbeciler dinler” denildi, Türk Milleti dinlemedi. Türk Milleti dediğin saf bir ırka mensup olmadığı gibi,öyle yüzde doksan dokuzu mütedeyyin filan da değildir, karışıktır. Aziz Nesin gibi samimi itirafta bulunanların sayısı artsa kimlerin dini tercihlerinin ne olduğu bilinebilir. Fakat, o karışık yapıya rağmen, Osmanlı döneminde her yurttaş, imparatorluğa sahip çıkmış, vatandaşlık onuru diye bir kavram oluşmuş... Vatandaşlar, darbecilere karşı canları pahasına direnebilmişler: Örnekler, İskilipli Atıf Hoca ve Said-i Nursi (Kürdi) Hazretleridir. Birisi darağacına gönderilmiş, diğerinin mezarı yağmalanmıştır. Mezar yağmacılarının, gömü hırsızlarının son sözü söylediği bu ülke, henüz, Kuzey Kıbrıs gibi, uygar alemden bir kurtuluş beklemenin şuuruna ulaşamamış gözüküyor: Heyhat!.
Ülkede varolduğu farz edilen millet,Kuzey Kıbrıs adlı, Osmanlıdan arta kalmış toprak parçasında yaşayan bahtsızlar kadar bile istikbaline sahip çıkma cesaretini gösteremediği ve kendi darbeci fenttaş’larına karşı duramadığı sürece: İnanç hürriyeti çiğnenecek,Kılık kıyafeti yüzünden horlanıp ezilecek, ırzı namusu aşağılanacak,Rabbimiz, hürriyetini savunamayanların bereketini keseceği için açlık ve işsizliği yoğunlaşacaktır!
O zaman klasik soru: Ne yapmalı? Yapılacak iş basit: Bundan sonraki tüm seçimlerde,sandık başına gidılmeli, fakat boş oy kullanılmalı ve batı alemine,hür ve medeni aleme ve dünya müminlerine, yeryüzü demokratlarına,” Ülkemizde darbe var, demokrasi yok, bir kurtarıcı bekliyoruz” mesajı verilmeli; muhakkak verilmeli! Önce, diğer partilerin toplamından daha fazla oy aldığı halde,mesela, Dehap’ın milletvekili çıkaramadığı zulüm dolu, demokrasi dışı Siirt Seçimleri geliyor, sonra yerel seçimler daha sonra erken seçim. Irzını, namusunu, ülküsünü, soyunu,inancını, insanlığını, çoluk çocuğunun nafakasını seven herkes şu andan itibaren görevlidir: “Türkiye gerçek demokrasiye kavuşuncaya kadar oylar boş,oylar boş, oylarımız boş” diye bağıralım, fısıldayalım, yazalım, mail-meyl yapalım, simgeleyelim, işmar edelim. Namussuzlar, seçimleri değil, dolu oy atmayı boykot edişimizi dünyadan gizleyebilirler; hür batıdan gözlemci isteyelim. Bak, Kuzey Kıbrıs denilen yerdekiler,tüm darbeci ve baskıcı deyyuslara rağmen hürriyete ve ekmeğe yaklaştılar. Bu kocamış topraklarda bin yıldır, namaz kılıyor, şölen yapıyor, emek harcıyor,ter döküyor, ilahi okuyor, semah dönüyor,sepet örüyor,tarla sürüyor, saz çalıyoruz. Adamlıktan yana hiç mi nasibimiz yok bizim?...Haydin ispata, haydin onura,haydin şerefe, ekmeğe, özgürlüğe, haydin kurtuluşa!Nesir kesmediyse buyurun nazıma.
OYUM BOŞTUR SAMAHI
Oyum boş, oyunları boşa çıkarmalıyım,
Bana dolu oy attıracak yiğit kim, bayım?
Anam, koca ozan “bayım” diyor, ay şimdi,
Bayılacağım!
Böyle edebiyat keseceğine,yakınlarına hayırlı ol,
Hadis,iyiliğe akrabalarından başla diyor,dinle “bi yol”
Akraban üç kuruş için intihar ettiyse bu senin,
Namusunu göstermez ayol oğlu ayol;
Ulusun tepesinde oturma,defol!
Artık hür dünyanın gözü üstümüzde olduğu için, ayrı kesimlere mensupmuş numarası yapan ve aslında hepsi darbecilerin emrinde çalışan namussuzlara verecek oyumuz bulunmamalı. Hani düşünce yasağının kaldırılma müjdesi? Hürriyet uygarlığın gereği ama, savunmaya gücü olan var mı? Bunların hepsi aynı şeyin soyu değil mi? Radyolarımız hür mü? “Eee, biz bu işlere layıksak yine seçim oyununu oynamaya devam edelim, açlıktan, şerefsizlikten, hürriyetsizlikten zıbarıp gidelim!” diyebilir misiniz? Uyanın,”oylar boş” güneşi doğdu, uyanın! Siirt seçimlerinde bağımsız adaylar dışındakilere oy yok!Baraj diktacısı partilere boş oy! HEPİMİZ HERKESE DUYURALIM: BAĞIMSIZ ADAY DIŞINDAKİLERE YA OY YOK, YAHUT BOŞ OY! BAYRAM DERİLERİNİZE YİNE EL KONDU, ELİNİZ BOŞ KALDI,OYUNUZ DA BOŞ KALSIN! YALANCI SEÇİLSE BİLE, OY ORANI DÜŞSÜN, YÜZDE SIFIRA YAKLAŞSIN, REZİL OLSUN! HAYDİ SANDIĞA! SELAMUNALEYKÜM!
Bu Ülke Beyaz’dan Batacak:
BEYAZ GINA GETİRDİ
Önce Yıldırım ve Sofu namındaki padişahlarımızı tenzih edelim, sonra da soralım,çok rica ediyorum, soralım: “Hangi Beyaz?” diye.. Çünkü, Beyazıt’ı var, Bayazıt diyeni çıkar, Bayezit de cabası. Beyazit diyene bile rastladım; aman durun, ne beyazı ne iti?
Birtakım Beyazlar var bu kesin; ama sonunda, neticesinde “ıt”mı bulunur “it”mi ? Orası çok karışık işte...
Geçen gün Gazete’den aradılar.”Beyaz bey dikiş filmi seyrediyormuş, hemen git, kendisiyle görüş, haber yap!” dediler.”Hangi Beyaz?” diyecek oldum; herhalde cehaletime kızmış olacaklar ki, telefon yüzüme kapandı.”Ulan, bu herifin sonunda yoksa, soyunda muhakkak it vardır”dedim kendi kendime. Kimsede bırakın kumaş almayı, çaput alacak “kayme”nin olmadığı ulusal bir ekonomik kıyamet’de bu itoğlu it, dikiş nakış filmi seyretmeyi nereden çıkartmıştı? Sonra bu şerefsiz hangi Beyaz’dı acaba? Şu AIDS’li yumuşak mı, bakar kör olan mı, din düşmanı mı, kadın düşmanı mı, hangisi? Beyaz şarapçı Sakarya caddesi alkolikler kralı, Beyaz kadeh namıyla maruf zavallı mı, yoksa, söylemeye dilim varmıyor, beyaz kadın pezosu, operasyoncu O.Be... mi, pardon O.Pez.. mi,ah pardon, O.Paş. mı?
Uzatmayalım; Beyaz’ın dikiş öğrenmek için “filim” seyrettiği pansiyona gittim. Oda karanlık... Seyirci iyi seçilemiyor, ama, beyaz ekranda bir sürü kirli ,paslı yorgan iğnesi iğrenç kumaşlara dalıp çıkmada...Herifçioğluna selam verdim, öğrenci rüşveti değildir diye almadı. Başını çevirmeden “Sus da çök yanıma; ‘Seker’ markalı iğnelerin ihtişamını görüyor musun?”diye ağzını şapırdattı. “Müslüman malı çuvaldız görsen dudağın uçuklar deyyus” diye çıkışmak geçti içimden, neyse,”vela havle vela kuvveh(t)” çektim. Sustum, oturdum.
Beyaz seyirci, beyaz camın önünde oflayıp puflayarak gösteriyi seyrediyor, ağzından saçılan salyaları, pis bir bezle silmeye çalışıyordu. Bu bezin üstünde İngilizce,”Fabric for using only in Inst.” yani, “sadece aybaşında kullanılan bez”diye yazıyordu. Fakat cahil seyirci, hiçbir şeyin farkında değildi.Bu bezle gözyaşlarını siliyor, diline masaj yapıyor, bezi yalıyor, hatta onunla orasını burasını kuruluyordu. Bu iğrenç adamı izlemek bir şey değildi. Fakat abdestime-Allahım korusun- zarar gelecekti. Fırlayıp kalktım, bir tekmede televizyon aygıtını parçalayıp ışıkları açtım. İki üç tokat yapıştırıp bu kirli beyaz suratlı herife, “ayağa kalk” diye bağırdım.
Beni yirmisekizci eşkıya sanmış olacak ki, hemen emrime uydu. Hazırola geçti.
-“Burada n’apıyon lan?”diye sordum.
-“Efendim Pornonuncu Yıl Marşı’nı öğreniyom” demez mi? Daha sonra aşırı laik ana okulu çocuklarının bile yakından bildiği bu marşı söyleyip tüydü. İşte o marş:
PORN-O-NUNCU YIL MARŞI
Pis kadınlar, pis adamlar; nedir o yaptığınız?
Bize kadın deme hafız,bizler kızoğlan kızız!
Sizi gidi uyanıklar, dikiş icadoldu artık herkes kız
Oğlan olmak zaten serbestti, ne dersin baldız?
Ben baldız mıyım bunak? Bacanağım bacanak
Olsun farketmez keriz,üstelik ekranda işin hazır, parası temiz.
Bırak bu martavalları, aramızda işin ne Beyaz Hoca?
Yakalarsak öperiz, olmasın sakın kızmaca.
Lay lay lay beyaz yirmisekiz;tek pornocu ben miyim?
Pornocuyuz hepimiz
Çıktık açık ve saçık, her pornodan tertemiz! EN BÜYÜK TÜRK BÜYÜKLERİNİN YÖNETTİĞİ BÜYÜK YAZARLAR ÜLKESİ
Yazar olmadığı halde yazan,gerici ve batıcı Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat
Ülkemizde tam yirmi bin büyük yazar bulunuyormuş. Biri sağcı diğeri solcu iki çok büyük yazar, birkaç ciltlik “Yazarlarımız Ansiklopedisi” hazırlamışlar; o kitap öyle diyor. Büyük ve keriz her Türk yazarına bir takım ansiklopedi satınca trilyonu götürüyorsunuz, fiyat da ona göre ayarlı...Ne kadar olduğunu söylemeyeyim; piyasaya çıkınca kendiniz görün!
Tüm Kuzey Amerika’da yaşayan büyük yazarların sayısının sadece yirmi olduğunu Kadek’in Almanya temsilcisi Haso bile bilir. Demek ki, Türkiye büyük yazar yetiştirmekte uzay teknolojisine sahip ülkeleri sollamış. Helal olsun. Bir gün büyük millet olacağımız, yazarlarımızın kakasından, ah bağışlayın, cakasından belliydi.
Büyük yazarlarımız,her şeyin farkına varmışlar, fakat,ülkemizde hürriyet olmadığını fark edememişler.. Ansiklopedinin önsözünde söylenenlere bakılırsa, “yazarlar hürriyet ortamında gelişirler”miş! Laf aslında eksik: hürriyetin bulunmadığı yerde ne bereket, ne namus,ne gerçek kahramanlık, ne de yazarlık kalır. Türkiye bu yüzden aç, aciz,güdük ve hortumzede... Nazım’la Necip beyin vefatlarından sonra yazar mazar da yetişmedi. Onları yetiştiren terbiye, “eyi muz” cumhuriyeti terbiyesi değildir; düpedüz Osmanlı edebidir. Ya ya, şaşırmayın; edebiyat, terbiyeyle ilintili bir sözcük. Şaşırmak, kaşırmak, haşrolmak ve neşrolmak fiilleri nasıl ortak bir kökten geliyorsa öyle işte. İzninizle, büyük Türk yazarlarının da bildiği bu edebi gerçekler hatırlatılmış oldu. Bilmem kaç rakımlı tepedeki başkanın kurbağacaya olan merakı biliniyor da, eski hanzo sözcüsü,yeni elçi, geçen sene, “olası” ve “ihtimaliyat” kelimelerini bir arada kullanmıştı.. Sayın İl densizi- adı böyle bir şey hıyar ağanın- evet bu İldensizi, dibi sıkışınca Arapçaya sığınıyor. Tabii,başını gözünü yararak. Oğlum ona ihtimaliyet denir. Zaten ihtimal, mühtemil ve tahtamel ve hatta tahtelmetil sözcüklerinin kökleri,senin de bildiğin gibi aynıdır.(Uyandırman kerizi) Şu anda büyük Türk yazarları, edep yerine nişadır sürülmüş karakaçanlar gibi sağa sola bakınıyorlar, “acaba duyduklarımız doğru mu?” diye. Tabii doğru; hatta Çankaya sözcüğünün çoğulu Çankiyat olup, hatırlayamadığınız yerde, bakliyat, gaziyyat, sarfiyat çoğullarını da eş anlamlı biçimde kullanabilirsiniz. Çıksın sözcü efendi, kelime sarfiyatı yapsın, maaş da nasıl olsa yirmi milyarcık... Tabii sözcümüz, “ihtimaliyat”’ı nişadır çantasından çıkarmadı; beş milyar maişetli bir de metin yazarı, büyük Türk edibi vardır arka planda. Malum olduğu üzere edip,gayda ve hayda sözcüklerinin de kökleri aynıdır.Ah şu sözcüsü büyük ülkenin büyük yazarları, insanı nasıl da söyletiyorlar; bunlarla aynı fosseptiğe su dökmek bile kişiyi şair yapar inan olsun!
Laf lafı açınca, maksat minder altına gitti. Şimdi ülkemizde bir çok karanlık kişi, aydın kisvesi altında,”biz muz cumhuriyeti değiliz” diye horozlanır. İyi ya işte, muz değil “eyi muz” cumhuriyetisiniz efendim. Hani salak seyirci beyaz perdede fuhuş sahnesine takılınca,”eyi muz”diye bağırır ya, işte ondan. Enflasyon sonunda patlayan fiyatlara fahiş deriz hani, işte fuhuşla bu laf da aynı kökten geliyor. Bu kez dalga geçmek yok, hakikaten aynı kökten geliyorlar. Dalga geçmeden, biraz da kafiye dersi; necipçe bir nazım denemesi:
KAFİYE DERSİ
Ey büyük Türk yazarı, son ekten kafiye olmaz,
Geliyor ve uçuyor kafiyeli değiller,
“Geliyor”un kökü “gel”,ona uygun “kal”
“Uç” un uyuştuğu fiil ,”kaç”
Dur kaçma, bu lafın gelişiydi,
Kusura bakma,bu ders acemi işiydi!
Uyanık ve “böyyük” Türk yazarlarının sayısı meğer bu yüzden patlamış. Adamlar almışlar ellerine bir “son ek”, diyelim,”yor”; başlamışlar yazmaya: aksırıyor,soruyor,yutuyor,uyuyor.... Aman ne kafiyeli anlatım. Halbuki,örneğin şöyle yazsalardı uyum bulunabilirdi: aksırıyor-tıksırıyor; soruyor-yoruyor; yutuyor-tutuyor;uyuyor-soyuyor. Yahu kim uyuyor, kim soyuyor? Büyük Türk Yazarı uyuyor, ansiklopedici soyuyor. Hala anlaşılamadıysa,yine uyaklı anlatım, yine manzume:
BÜYÜK YAZAR,SARI BOTLU KAZMA
Eskiden sarı çizmeli Mehmet Ağa varmış,
Kendileri aranınca bulunmazlarmış,
Şimdi ansikocu onu botundan tanıyor,
Eserinin son cildinde onun suyuna da banıyor,
Yazarlar cemiyeti üyesi,sarı botlu kazma,
O yazar, sen istersen de,”yazma!”
Büyük yazarımız bu,neresinden belli,
Edebiyatın edebini bile kirletir hoyrat eli!
TARİHTEN BİR YAPRAK:
ARAPÇA EZAN BAYRAMI
Bu bayramı ben, Tarihi Serhat Gazetesi sahibi Hüseyin Durak’ın oğlu tanınmış siyasetçi Yılma Durak’tan dinledim.
Yer: Durak’ların Ankara Kocatepe Camii’ne bakan yeni ofisleri .
Tarih: Çok taze; Yedi Mart İkibiniki, Perşembe
Konuşma türündeki bu önemli ve belgesel nitelikli hikaye aşağıdadır:
(Bir oda, içeride üç kişi. Konuklarını ağırlayan Yılma Durak, zaman zaman telefonlara cevap verir. Kimi zaman içeriye çay servisi yapan genç bir adam girip çıkmaktadır. Durak, gitmeye hazırlanan konuklarına itiraz eder)
Durak: Durun bakalım, hemen kalkmaca yok, hem size anlatacaklarım var, tamam mı? Birer bardak sıcak demli çaya itiraz etmezsiniz sanırım.
Ben: Eh, hadi içelim o zaman. Kulağımız sende usta!
Diğer Konuk: Bir basın hikayesi herhalde ...
Durak: Hem evet, hem de hayır. Bu anlatacaklarım bir milletin .inançları söz konusu olduğunda nasıl bir sevinç, çoşku kudreti taşıdığını gösterecektir.
Ben: Serhat Gazetesi’nin tarihsel bir buharlaşma zirvesi olsa gerek
Durak: Evet, aynen öyle! Bin dokuzyüz elli ‘ye kadar korkunç sıkıntılar çekmiştik. Matbaa büyük bir ahırdaydı. Babamla birlikte bu ahırda yatıp kalkmaya başlamıştık. Çünkü geç saatlere kadar çalışıyor ve eve gidecek fırsat bulamıyorduk. Neyse, daha sonra evimizi matbaanın yakınına taşıdık.
Ben: Evet hatırlıyorum, mahallenin çocukları ile o sokaktan geçer, Cumhuriyet Caddesi’ne giderdik.
Durak: Derken seçim oldu. Demokrat parti iktidara geldi. O günlerde haberleşme çok yetersiz olanaklarla yapılıyor... Devletin yazdırma servislerinden haber dinleyip ertesi gün gazetede kullanıyoruz.
Bir akşam dinledik ki, Türkçe ezan kaldırılıp, yeniden Arapça ezana geçilmiş.
Ben: Aslında halk Arapça ezanı hiç terketmemiştir ki...
Diğer Konuk: Evet, evet etmemiştir. Bu olanaksız...
Durak: Tamamen doğru. Hiç unutmam, namaz saatlerinde bizimkiler beni pencereye çıkarırlardı. Çocuk sesimle beş vakit ezan okurum, tabii Arapça, aslına uygun...
Ben: Herhalde müminler her yerde kendi öz ezanlarını okuyup, her vakit namazını öyle eda ediyorlardı.
Durak: Şüphesiz! İbadet daima asli özellikleri ile yapılıyordu.
Diğer Konuk: Ah, yüce millet!...
Durak: Konumuz da oydu zaten. Uzatmayalım, hükümetin Arapça ezana dönüş başarısını gazetede manşete taşımıştık. O zamanlar gazete yüz paraydı, yani iki buçuk kuruş. Yaşları sekiz, on civarında değişen çocuklar caddede, sokakta bağırışıp dolaşarak satarlardı gazetemizi. Dağıtım öyleydi.
(Hepimiz nefesimizi tutmuş birbirimizin yüzüne bakıyoruz. Anıların zirve noktasına, buharlaşma sıcağına ulaştığını hissediyoruz.)
Durak: Arapça Ezana Dönüş’ü böylece manşet yapıp gazetenin dağıtımını başlattık. Heyecan içindeydik. Bir tür içimiz taşıyordu. Coşku kaynamaya başlamıştı içimizde. Babamdan izin alıp ben de gazete satmaya çıktım.
İnsanlar çılgın bir sevinç içersinde gazeteyi kapışmaya başlamışlardı.
(Odada üç kişi, tek bir ruhuz. Susmayı bile susturmuşuz; bakışların gürültüsüne dahi izin vermeden yalnızca gözlerimizde yaşıyoruz. Hiçbir yere bakmıyoruz, göz bebeklerimizde sükut ediyoruz. Tarihi anıların sahibi yeniden giriyor söze)
Durak: Yaşlı ve çok gür sakallı bir amca bir gazete istedi. “Arapça Ezan Döndü” haberini okudu. Okumadı, damarlarına çekti adeta, koynundan bir mendil çıkardı. Dokuz kata sarılı parasını ipekli dokunun derinliklerinden çekti uzattı bana. Çok büyük bir paraydı bu. Şimdi’ nin iki yüz elli milyonu... Yani o günün beş lirası. “Amca yapma, ben bunu nasıl bozarım?” diye haykırmışım. İhtiyar vakur ve kararlı konuştu: “Bu benim kefem paramdı. Hepsini ezanımın haberine veriyorum evlat!” BALKANLAŞMIŞ BASKICININ HUZURUNDA
Balkanlaşmış baskıcı’yı bir yazar, bir bilim adamı olarak ziyaret etmek istemiştim. Emrindekiler bana dediler ki,”sen akredite değilsin, ziyaret edemezsin. Kabul buyururlarsa huzuruna çıkarsın.” Beyinsiz olsam,” Yahu Cumhuriyet kurulmadı mı, burası padişahlık mı, ne huzuru?”diye sual ederdim. Sadece şunları söyledim:
-“ O akredite dediğiniz tüccar gazeteciler, çok genç hanım pazarlamışlar, çok yuva yıkmışlardır. Aman evlerinizdeki kadınlara, kızlara mukayyet olun. Gereğinden fazla medya kanalizasyonu izletmeyin!”
Düzeyleri bu söylediklerimi anlamaya yetmemiş olacak ki, sadece bön bön yüzüme baktılar. Sonracıma, yol gösterdiler, baskıcı ve şerefli -genelevdeki hanımların bile yapmadığını yapıp onlar kendilerine böyle diyorlar-evet,şerefli gücün, yaşayan Balkanlılık abidesinin huzuruna girdim.
Yaşayan abide beni karşısında görünce, adeta çılgına döndü:
-“Yolsuzluk operasyonlarında bir yere kadar gelip tıkanıyorsak suç bizde mi ulan?”diye böğürdü.
Yüzüne,İzmir’i işgal eden palikaryalara Hasan Tahsin’in baktığı gibi baktım. Eli ayağı birbirine dolanarak özür diledi:
-“Yani afedersiniz hocam, bizim de gücümüzün bir sınırı var, yani...”
-“Bilirim, bilirim” dedim, “irticanın başını ezerken gücünüz sınır tanımaz da, ülkeyi tüketeceğini kesinlikle bildiğimiz yolsuzluk, hortum, soygun ve israf konusunda motorunuz biraz kifayetsiz kalır.”
-“İşte burada halt ettin!” diye gürledi yeniden ve ekleyiverdi, ”Biliyor musun, Amerika bile bizden korkuyor???”
Tam o sırada, dehşetten rengi uçmuş bir yasavul girdi içeriye. Doğruca yanına giderek, baskıcı, şerefli, Balkanlaşmış amirinin kulağına bir şeyler fısıldadı. Ne haber aldı bilemiyorum amma, bizimkinin dibi adeta tavana vurdu:
-“Ne, şifreler mi kayboldu?” diye inleyerek gürledi. Ben oturduğum yerden, “sahte işçi partisinin başı çalmıştır” diye bir laf attım ortaya. Balkanlaşmış serefli gücün başı, hayretini gizleyemedi bir an,
-“ Olabilir mi böyle bir şey?”
Yanıtladım,
-“Neden olmasın?” ve ekledim,” Bu sahte İP(SİZ) önderi, bir zamanlar saftrik devrimci gençleri sizlere infaz ettirmiş idi. Şimdi sıranın sizlere geldiği anlaşılıyor. Sizi de ABD’ye infaz ettirmekte ne beis var acaba?”
Balkanlaşmış baskıcımızın ne denli şerefli olduğunu bilemem. Fakat bu son söylediklerimi anlayacak kadar beyni vardı,inleyerek konuştu:
-“Evet benim hastalığım böyle işte. Azıyor azıyor, sonra kendimi imha ettiriyorum. Üniversitenin aymaz ve ebleh bir delikanlısı isem, beni dahili infazcılarım bitiriyor. Makamım yüksekse, emrim demir kesiyorsa, alikıran baş kesen isem, bu kez, dışarıdaki uygar dünya eliyle itlaf ediliyorum. Kaderimde bozuk olan nedir? Söyle bana...”
Ona, bir ulusun kaderini değiştirebilecek bir açıklama yaptım, tuttu elimi öptü. Daha sonra da uyandım, meğer bir düşmüş gördüğüm. Keşke düş olmayaydı da, ülke batmayaydı! Okuyun düşümde söylediklerimi, yalansa yalan deyin:
-“Özellikle, Amerikan İngilizce’sinde, Balkanize olmak diye bir fiilimiz vardır. Balkanize olmuş, yani, Balkanlaşmış kişiler, kümeler, güçler, Ateisttirler. Allah(C.C) ye inanmazlar. Duyguları eğitilmemiştir, ne acımasını bilirler ne de sevmesini. Kadını mal gibi vitrine koyarlar, teşhir ederler, Kadınları da onları boynuzlar tabii.. İlkelerle namuslu bir kuşak yetiştirmeye çalışırlar, samimi fakat namussuz oldukları için ilkeleri de işe yaramaz. Ülkelerini, yalnızca yok etme fiilini sayıklayarak var etmeye çalışırken, bu tür şerefsizlere iyi kötü savaş açmaya çalışan İncil Şeriatçılarının elinde yok olup giderler. Son nefeslerinde İslam’a sarılmamış olmalarına kahretseler de, kahrolup gitmeleri kaçınılmazdır artık!Hemşehrileri Miloş gibi yüzleri bir Avrupalıyı andırsa da içleri haramidir. Anadolu doğumlu olanlarının da önce içleri vahşileşmiş sonra yüzleri batılılaşmıştır. İçlerindeki vahşetin derecesi, gerçek bir batılının çiftlik köpeğinden fazladır.”
BAŞÖRTÜLÜ DEMEÇLER VE TERCÜMELERİ
Durup dururken İmam Hatip öğrencilerine dayatılan “başörtü” yasağı konusundaki renkli demeçleri herkes anlayamayabilir. Çünkü herkesin uğraşı siyaset,sembolik edebiyat,meddahlık yahut laf cambazlığı değil ki...Tüm bu mülahazalarla, sözkonusu demeçleri günlük, masum, samimi, dürüst Türkçe’ye tercüme etmeliyiz.(Dikkat:demeçler manzumdur.)
Demeci alan muhabirin sorusu:
-“Sayın başbakan,İstanbul’da alevlenen başörtüsü yasağı yüzünden öğrenciler okullarına alınmıyorlar,ne dersiniz?”
Ecevit:
Öğrencilermiş, yok canım
Şunlara baksana ne diyorlar Rahşan Hanım
Üç beş kızcağız baş kaldırmışsa
Güvenlik tedbirlerimiz tamamdır çekmeyin tasa
Öğrenci başına yüz helikopter, bin panzer, onbin keskin nişancı
Onlar yolcuysa bizim metin hancı oğlu hancı
Tercümesi: Milli Eğitim Bakanı değişse de bu işler devam eder, tamam mı? Çünkü yirmisekiz bilmem ne hala iş başında. Kitleye mal olmayan haksızlıklar önemsizdir. Ülke genelinde yüzde yirmibeşe yapılan kötü muamele iyi sayılır. Hatta yüzde doksandokuza yasak getirseniz de bir şey yazmaz...
Soru: Sayın Bahçeli, nasılsınız?
Bahçeli (Bahçesi olan adam), kürsüye çıkar:
Ülkemizin en hassas döneminde
Krizle başı dönmüş Türkiye’nin çok pis bir deminde
Bu işi kim kaşıyor, yoksa başörtülüler siperleri mi aşıyor?
Hepimiz iyi düşünmeliyiz, sevgili hindi kardeşlerimiz
Bu iş kime yarıyor, Bülent, zülfünü kimler tarıyor?
Tercümesi: Bu Bülent başbakan olmadığı gibi, Bülent Ersoy hiç değil... Bu perçemli ülküdaş, Şevket Bülent’ten başkası olabilir mi? Bahçesi olan adam başörtüsü sorununa bir kar-zarar meselesi gibi bakmakta olup yasağın kime yaradığını merak ediyor, kendilerine yarasın istiyor.
Soru: Ne dersin abilerin abisi?
Recai abi (Kutan):
Aman yarabbim ne günlere kaldık?
Acı bizlere Allahım, tek biçare kaldık
Adam asmak için seçmenden oy çalanlar
Sunuyor hergün binlerce sınırsız yalanlar
Akıllarınca Apo’yu bize affettirecekler
Sağımız solumuz hep çiyanlar, çakallar, böcekler
İmam Hatip Liseleri’nin provokatörü kim?
Hiç şüphesiz kara bıyıklı ağır çekim
Eğitim-Öğrenim hakkını katletti birileri
Katil bölücüyü affetti birileri
Tercümesi: Bölücü başını affetmek vaadiyle mi oyları götürdü bu herifler? Baş örtüsü sorununu çözmek yerine Apo’nun boynundaki ilmeği çözmeye çalışıyorlar. Hem de bizleri alet ederek... Bize ne yahu? Avrupa Birliği’ne verdikleri sözü tutmazlarsa olacakları kendileri düşünsün.
Soru: Mutlu vatandaş ne diyorsun?
Mesut-Mutlu Adam:
Şaşırdım ben şaşırdım, poker olsa şortumda birkaç joker taşırdım
Fakat bu bir oyun değil ki, Avrupa’ya ne söz verdik bre kurt bre tilki
Batılılar oymaz mı adamı oymaz mı
Kurdun kuşun yanında beni adamdan saymaz mı?
Tercümesi: Bu işler anlaşılan benim başıma patlayacak. Keşke Tansu’nun yerinde olaydım, başıma iğreti bir türban takıp sahte oylar alaydım...
BİR BAŞÖRTÜLÜNÜN KARŞI DEMECİ:
Annem babam kardeşim, hakkınızı helal edin.
Kitabım, defterim çantamda okula gidiyorum, size veda ediyorum
Suçum nedir sormayın bana, hiçbir şey bilmiyorum, yok yorum
Gitmek var, dönmek yoksa okul yolunda, şuursuz yaşamam ölürüm okul yolunda
Fakat aklım öl demez inşallah yaşayacağım
Başörtü sancağımın yanı sıra şanlı bayrağı da ben taşıyacağım EN BÜYÜK TÜRK BÜYÜKLERİNE KIŞ MASALLARI!
KARAKUTU “HEK”LEYEN DÜMBÜK’LE KRAL
Anlatan:
Batı-sever, Ulusalcı-sevmez, Gerici Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat
Bir varmış bir yokmuş. Ben Şapkalı BABA’nın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir vekil kara bir koyunu andıran eski bir bakana,Ermeni’lere duyduğu sempati dolayısıyla “salkımlı vatan haini” demiş. Vatan haini çenebaz ise, “Oğlum, altın muşmula ödülünü aldığımı ne çabuk unuttun?” diye cahil muhatabını mat etmiş. Kurbağa derede kıkırdayıp “hainin gözüne gözlük, başına tarak, dibine vırrak” diyesiymiş. Eski bakan basmış pedala, bu karga ne budala, tüneyelim şu dala bakalım ne olmuş, neler olmamış? Olmuşlar ölmüş, Rahşan düşünde yeniden iktidara gelmiş. Var diyelim varalım, gelin biraz duralım. Gazi Mustafa Kemal Paşa, “durmayın beyler düşersiniz” buyurmuş. Bizler de bunu anımsayıp yeniden yürümüşüz: “Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar. Yürü yavrum yürü, yürüteyim seni, hortumcudan sakın ebeni.” Bir de arkamıza bakmışız ki, yürüye yürüye bir arpa boyu yol gitmişiz ancak. Yok,yok; durup bir soluklanalım, hikayemizi anlatıp aklanalım. Madem ki yürümekle yollar aşınmıyor, Sülü neden müzeye taşınmıyor? Bırak Sülü’yü efendi, macera başlıyor şimdi.
Efendim, bir tarihte kARAKUTU sevmez bir DÜMBÜK varmış. Bunun dini imanı para, fakat karı hep zararmış. İnsanoğlunun inançlarına baskı yapar, teröre neden olur, üç günlük dünyada, korku içinde ve korumalarının yardımıyla yaşarmış. Dümbük, bir gün işleri bozulsa, çok sevdiği KAİDEsine ilk tecavüzün, korumaları tarafından yapılacağını bilip titrermiş.
Dümbüğün KARAKUTUCULARA zulmettiği tarihte, dünyanın başına yeniden TEK KUTUP CONİ BEY, adlı bir Kral geçmiş.
Kral bir gün rüyasında, sarayının ikiz kulelerinin tekrar yanıp yakıldığını görmüş. Korku içerisinde uyanıp, sarayın tabircibaşısını çağırtmış:
-“Bana bak tabirci, düşümde şöyle şöyle bir iş gördüm, bunu neye yorarsın?”
Rüya tabircisi ise, aşırı laik, hırsız medyacıları hiç sevmeyen, Prof.Dr.MES adında bir şövalye imiş. Kendisine kısaca Doktor Mısto denilen tabircibaşı,soruyu yanıtlarken:
-“Sayın Kralım, dünyanın tüm diktatörlerini yok etmelisin” demiş; “aksi takdirde eşinizin ikizler takkesi çiziliverir.” Kaba Frenkçe’den sütyen diye aktarılan yardımcı giysiye argoda, İKİZLERİN TAKKESİ de denirmiş. Tabircibaşı meğer, bazı AŞIRI LAİK ikizlerin takkesini çoktan çizmişmiş.
Kral bu kışkırtmayla dünya diktacılarını yok etmek üzere harekete geçmiş. Fakat diktacıların kökü kazınacağına, insanlar arasındaki, mesela, Sami kardeşler yani Araplarla İbraniler arasındaki terörist saldırılar artmış, gözyaşları sel olmuş.
Hatta sonradan öyle işler tezgahlanmış ki, bırakın ikizlerin takkesini, kraliçenin paketinin güvenliğini korumak bile olanaksızlaşmış.Diktacıların ise KARAKUTU dışında korktukları hiçbir güç kalmamış.
Rivayet edilir ki, Kral sonunda gafletten uyanıp, KARAKUTU SEVMEZ DÜMBÜK’leri yakalamak, çarmaha gerdirirmek ve kentin en yüksek yerine asılmasını sağlamak amacıyla pek sadık silahşörlerinden olan,kahramanımızı, tabircibaşı Prof.Dr.Mısto’yu siteye yardıma göndermiş. Doktor Mısto tarafından yokedilecek diktatörlerin anıt gömütlerinin tepesine ise şöyle bir duyuru dikilmesi planlanmış:
EY KARAKUTU SEVMEZ KODAMAN DÜMBÜK
SEN YÜCE RABBİN AHTİNİ BOZDUN
EY RUHU CÜCE YARATIK, EY SAHTE BÜYÜK
ZULÜM KAZMASIYLA SEN, KENDİ LEŞ ÇUKURUNU KAZDIN!
(ALİ İhsan bey bekliyorlar!!!!Haftanın Penceresi!!!!Pazartesi Yazım!!!)
CUMHURİYET NEDİR? Prof. Mustafa Erdoğan Sürat
Kısaltılmasa idi,yazının başlığı şöyle olurdu: Hırsızlık,vurgun,talan, israf, bol maaş,ve yolsuzluk kahramanlarının sözde,hepimizden fazla korumaya çalıştıkları; seçimle gelmiş bir meclise saygısızlık ederken dahi, herkesten fazla kolladıkları ilan eylenmiş cumhuriyet nedir? Her türlü mugalata ve lagaluga bir tarafa bırakılarak yapılacak bilimsel, dürüst bir tarif,cumhuriyetin ne olduğunu halkımıza öğretecektir.İşte ilmin tanımlaması:
“Başında monark bulunan rejimlere MONARŞİ; başında devlet başkanı bulunanlara ise,CUMHURİYET denir. Monarklar: Kral,Sultan, Şah, Padişah, İmparator veya bunların eşleridir. Devlet başkanları ise ya cumhurbaşkanı yahut doğrudan doğruya başkan şeklinde tanımlanabilirler. Monarşilerin de,cumhuriyetlerin de başında haydutlar,katiller,hırsızlar kısacası halka dayanmayan despotlar bulunabilir ve iktidar hanedanlık misali babadan oğula geçebilir. Türkiye,Suriye “misullu” ülkelerde milletvekilliği, sanatçılık, elçilik, rektörlük ve başbakan yardımcılığı gibi makamlarda babadan oğula geçme halleri mevcut olduğu gibi, devletin tepesinde hanedanlık ihtimali de sonsuz derecede mümkündür.” Nitekim bu iki kardeş ülkeden Suriye Cumhuriyeti’nde cumhurbaşkanlığı makamı halen Esad hanedanının elinde tutulmaktadır.Önce bu ilmi tarifin kaynağını verelim;daha sonra şiirli anlatıma geçelim:English Occasions; A,Johnson,Bill; Longmans,Green and Co; Newyork,Toronto, Montreal;1943. Bu noktada her Türkiyeliye bir kitapçık satalım isterseniz: VATANDAŞ, YAVRUNU SEVİNDİRSENE/ NAYLONDUR KABI/ ANAOKULU TALEBELERİNE/ C U M H U R İ Y E T E L KİTABI! İçinde neler var diye sorarsanız birkaç alıntı yapalım:Sen “c” de çocuğum sen “u”,sen de “m”/Ne oldu?Cum; haydi tamamlayalım, Cum,cum, cumburlop! Ülkede seçimle gelmiş bir başbakana,”Tayip Amerikaya” diye haykıran darbeciler, darbe yanlıları,demokrasi dışı güçlerin hizmet ehli militanları daha düne kadar da, kızdıkları kişilere,”Moskova’ya” nidalarıyla protesto arzetmişlerdir. Fakat ufak bir hatırlatma: parasının üstünde,”Yalnız Tanrıya güveniriz” ibaresi bulunan ABD,din ve düşünce hürriyeti düşmanına ne yapılacağını iyi bildiğinden hem komünistlerden daha akıllı hem de daha güçlü. Dindar Batı Alemi’ndeyse “Cumhuriyet”, dindar-laik herkesindir.İşte özellikle Musevileri biraz da Müslümanları kamusal alanlayan Fransa’da cumhurbaşkanı Chirac, Papa’nın yaz umresi sırasında çarşaflı rahibelerin arkasında kuyruğunu kısmış edebiyle oturuyordu. Zaten din hürriyetleriinin sonsuz olduğu ABD’de ise başkan Bush, geçtiğimiz Pazartesi günü saat onsekizde, Silahlı kuvvetlere, ”Selamünaleykum -Salutations-, Zafer yalnız ve sadece Rabbimizindir” diye korkusuzca haykırdı! Batıda cumhuriyet bu! Var mı ,göbeğinden itiraz eden?
Gazetelerimizin öz-sansürdeki felsefesi şudur: Çakallara dalaşmaktansa çalıyı dolanmayı yeğle! Bu işin ünlü çakalları ise despot atanmışlar ve ülkenin başına çöreklenmiş yarı resmi, kartel medyasıdır. Malum Türk Medyası öylesine aşağılıktır ki, Medya dedikleri sözcüğün doğrusunun “Media/Meydya” olduğu dahi, mensuplarınca bilinmez. Lafın tam aslı olan “mess media”yı duymuş şanlı bir TC büyüğümüz de, handiyse mevcut değildir.
Sovyetler yıkılıncaya kadar Türkiye’de seçimler hep yapıldı ve gizli-saklı iktidar hiç değişmedi. Dinle düşünce düşmanı Sovyet yıkılınca seçim sistemimiz biraz sallandı, sanki seçilenler, atanmışlarla eşit şartlarda muktedir imişler gibi bir hava doğdu. Tayyip Bey’in AKP’si ise, tam iktidar olmuşçasına bir hava takınınca çoğumuz, “Oh, nihayet demokrasi” dedik. Gelgelelim, meşum ortam değişmiyordu bir türlü. Tezkerede verilen sözün tutulmaması, insani bir ayıp doğurmuştu: Öyle ya! Söz verdiysen tut babayiğit. Uzun lafın kısası, seçimler hâlâ, bir göstermelik oyun, sabit iktidar derinde, sözünün gereğini yerine getiremeyen, güya iktidar da ortalık yerdeyse, erken seçim yapılır. Yapılmaz ise yaptırılır! Anlatabildim miii?
Ha bir de şu var: Hür ve Medeni Alem, erken seçimden sonra sabit-derin iktidarı ya kontrol edecek, her istediğini yaptıracak, yahut tarihten kazıyacak; yazın bunu!
Yazın bunu yazın. Erkek yahut kadın, verdiği sözü tutmayanlara iyi gözle bakılmaz. Efendim seçildik iktidara geldik, fakat muktedir olamıyoruz. Neden? Çünkü işimize iyi saatte olsunlar karışıyor. Tamam, uzun etme. İyi saatte olsunlar taifesinde kimlerin bulunduğunu Batı Alemi senden benden iyi bilir. Türkiye’de iktidarı seçimler tayin edemiyor mu? Alırsın bu son göstermelik ekibi sahneden. Bir koalisyon! Verirsin buyruğu derindeki güçlere. Haydi tutmasınlar da görelim! En Büyük Türk Büyüklerinin Hortumla Çürüttüğü;
BİR ATIMLIK MİLLET!
Gerici,Batıcı,Korkusuz,Yazar: Prof.Dr.Mustafa Erdoğan Sürat
Kale kuşatılmış. Barutun bir atımlık;at! Kırmızı çizgileri türbanda koru,Irak’ta yut. Muhasara sürsün,uzasın,çürüsün;çürüt. İşte gençlerin. İlk görüşte aşık olsunlar! Aşık olmak ne ki? Bir atımlık barut. Olanaklar el verirse evlenirler. O da bir atımlık. Ne ailenin yapısıyla ilintili bir felsefe,ne günümüze taşınabilmiş tutarlı ve dirençli bir gelenek, ne de iki insanın kararlı dayanışması. Gelin,kaynana,dedim,dedi,yedim,yedi...Çürümekle kalma çürüt! Sonra mutsuz günler. Boyalı ekranda eşlerin birbirinden şikayetlerini dinleyen maskara yapımcının huzuruna çıkış. Saadet teşebbüsü bir atımlık bu çiftin televizyonlardaki rezilliği de bir atımlık. Ertesi akşam,sonraki akşamlar yine haysiyetlerini pas pas kılmaya rıza gösterecekler fakat, çiğneyecek yapımcı çıkmıyor! Mutlulukları bir atımlık baruttu,gecesi var,sabahı yok. Rezillikleri de aynen öyle...Ne olumlu ne de olumsuz yanlarının devamlılığı bulunur; her şeyleri bir atımlık! Parti kuruş, kaderde varsa iktidar yahut muhalefet oluş! Hepsi bir atımlık,bir seçimlik. Başlar çürüme,çürütme; çürümenin acısını dindirmek için hırsızlık,edepsizlik,tükürdüğünü yalama,çalma,çırpma. Bir atımlık cesaret göster: darbeci “höt” dediyse sin,ezil,büzül,lafını geri al. Cesaretin gibi teslimiyetin de bir atımlık. Sonra mızıkçılık et,teslim olduğun çevrelere hakimmiş gibi davran; gelin gittiğin evde damatlık tasla. Damadı çürüt,kendin çürü,nesiller çürüsün. Bekareti teslim ettiğin yerde hem evliliği hem bekarlığı çürüt; yenge çürüsün,sağdıç çürüsün;düğün çürüsün,dernek çürüsün,darbe çürüsün! Çünkü bekareti teslim alan darbeci de çürük oğlu çürüktür, korkutur,gerdeğe sokar; hem dünya evini hem ahireti; mürüvveti ve zilleti bir arada çürütür. Namusunu emanetine aldığı yaratığın iffetini çürütmekle kalmaz, eğer bir şanssa,Nataşalık şansını dahi çürütür. Her şey bir atımlık: gerdek, zina, sadakat ve ihanet; tamamı hedefsiz,tamamı çürük. Bir atımlık barutun kaderinde de bu var zaten: devamı olamama. Bir atımlık barutun devamı, çürüme ve çürütmeden başka ne olabilir ki?...
Bir atımlık milletin genç kızı sokakta. Karnı,sırtı,baldırı her yanı açık! Ar balonunu, bir atımlık ar balonunu ilk ve son kez patlatmış. Ne ahlakında kalıcılık vardı, ne de ahlaksızlığı tutarlı,uzun ömürlü. Kendince dekoltenin balıyla göz zinasına vesile olsa da güvenmeyin; yarın zanilere erkeksi tavırlarla sirke satabilir; bu gün şuh,yarın herif suratlıdır o! Her şeyi bir atımlık! Zani değil,yani zina ehli denmez ona; ehl-i namus hiç sayılmaz. Sonu mu? Çürüme,çürütme. Babası Irak’a kırmızı çizgiler çizmişti bir çizimlik, sonra gitti kendi çizgilerini kendisi yaladı. Çizgileri yalarken özümüze güveni törpüledi, restimizi sildi aslında. Anlaşılmadıysa, şiir yardımcı olsun :
BİR ÇİZİMLİK KIRMIZI HAT
Sınırlardan bakarım, hattı geçme yakarım,
Geçtim,haydi yaksana, Adem, Adem kalksana,
Yıldızlarını taksana, saat yediyi on beş geçe,
Mezarından çıksana!
Amanin sapıttım yine, “Neler yazayom” ben nine?
Adem ölmüş nasıl kalksın?
Deli deli olma, buldum dolma,
Bahçede dolası, bu kudret kudretin hası,
Onu Adem yesin,
Hattı geçenlere,bir çift söz desin!
Kırmızı hat anıtına temel kazalım
Adem’in sözlerini ona yazalım:
Burada kimse yatmıyor çünkü kimse ölmedi,
Ölümsüz kimseye,kim öldü derse,
Asar,keser, ezeriz;
Bahçede dolma doldurmak için,
Derisini yüzeriz.
Tüü yazıklar olsun bak,
Hala dolmadan bahsediyor,
Suç işliyor,bahçe diyor,
Kimse ölmedi, saat bir şeyi bir şey geçmedi,
Leblebisiz içmedi, haydi birini analım,
İçimizden kıkırdayıp,ağlayalım,yanalım!
Bir atımlık milletin işleri böyle. Sahneye çıkış mükemmel,birinci perde idare eder; sonrası anırış,inleme,böğürmedir! Adem Adem kalksana şiirine konu olmuş Adem’in bizlere bir “izm” bıraktığı söylenirse de yalandır. Her ideolocyanın geçmişi-geleceği bulunur; bu milletinse barutu bir atımlık, yaşantısı günübirlik; ülküsü günübirlik, iffeti temelsizliğe sevkli, zinası dahi geleceksizdir! Sistemi sistemsizlikti,fakat modern ilim ve sanat “kaos”u işleyeli beri,bir gün sistemliysek iki gün sistemsiziz. Rastlantımız bile bir atımlık bilesiniz. Beyaz perdede ardına tekme yiyen kör kadınımızın gözleri açılabilir yahut, açılmayabilir. İpsizleriz, tahmine gelmeyiz! Bir Kıyamet Alameti Daha:
DOĞMAMIŞ KADININ ÇOCUĞU OLDU!
Prof. Mustafa Erdoğan Sürat
İnsanın kaç DeNeA’sı var?Yani DNA, bir bedende kaç tip?Tek değil mi?Tek. Fakat, geçenlerde Amerika Birleşik Devletlerinde, bir kadında iki ayrı tip’i bulundu bunun ve bebeklerine farklı tipte olanlarını ilettiği anlaşıldı. Farklı olanlar,anne karnında ölen ve ikizi olan kız kardeşine aitti. Bunu tıp dilinden,herkesin anlayabileceği günlük dile çevirecek olursak: bebeklerden bir-iki tanesi doğmadan ölen kız kardeşine aitti. Semavi dinlerin ortak geleneksel kabullerinden birisi şudur:....”ve doğmamış kadının çocuğu doğduğunda kıyamet yakındır.” Nasreddin Hoca’ya sormuşlar: “Kaç çeşit kıyamet var hocam” Sorgu için ayağa dikilmek anlamına gelen kıyameti, kelime olarak tercüme edip cevaplamış; “İki türlü kıyamet vardır,büyük ve küçük kıyametler....karım ölünce küçük kıyamet kopar, bendeniz göçtüğümde ise büyük olanı!”
Doğmamış kadının çocuğunun olması hiç şüphesiz,eski dünya topraklarında yaşayan Türkler açısından hayırlı bir işaret sayılmamalı. Zira bu topraklar artık kendi kıyametine gebedir. Eski dünyanın yıkılıp yerine yenisinin kurulması çok yakın gözüküyor! Yolda yürürken,yahut üstüne lazım olmayan bir iş tutarken tökezlenip düşmüş büyüklerimiz durumlarını asla hayra yormamalı! Küçük işaretler bireysel yahut toplumsal kıyametlerin habercisidir. İnanmayan işaretler şiirini okusunlar:
İŞARETLER VE ALAMETLER ŞİİRİ
Deveye binerken Alanya sahillerinde,
Düştün,şortun kirlendi,
Haramı çok mu yedin kereste,
Bu düşüş neyin işareti?
Eşeğe bindin,köylük yerde,düştün,
Şükret; hamdın, iyice piştin;
Fakat bunun yanması da var?
Düşene kim olmuş yar?
Şeytan atına bindin,yuvarlandın,
Ona velosipet derler,ne sandın?
Her düşüş gelmekte olan bir hışmın işareti,
Kemiği kırık bedenin beş para etmez ki, eti.
Düşmek elinde değil,fakat kalkabilirsin,
Rabbim önce akıl fikir versin,
İşaretleri yorumlayabilirse ademoğlu,
Kısaltabilir felaha giden yolu!
Doğmamış kadının çocuğu bir kıyamet alameti kabul edilmese ne yazar?Bu çocuk doğsa ne yazardı “ayriyeten”? Hele hele bizim hortum cumhuriyetinde doğsa kaç yazar,neye yarardı? Bir düzen ki, temelini alkolikler ve sapıklar çürütmüş.....Alkolizmin ve sapıklığınn sana ne zararı var hocam? Bana zararı yok,devlet-millet adına alınan kararlara zararı ise çok mu çok! Zira alkolikler ve hapçılar bilirsiniz kaprisli olurlar;yeri geldiğinde “ille de rakı isterim” diye başbakanların yakasına bile sarılabilirler. Bunlar bir türban meselesinde ülke ateşe atılsa bile,”inadım inat,basenim iki kanat”diye canileşebilirler. Esasen tüm sapıklar inatçı,tüm müminler ise dirençlidirler;bu yüzden iyiyle kötünün savaşı kıyamete kadar sürecek,kıyamete...Kıyamet alameti bir mekanizma ile hayata selam veren çocuklara gelince, bunlardan hiç değilse birisinin Türkiye’de doğduğunu düşünürsek,şöylesine mısralarla karşılaşabilir idik:
DOĞDUM DA NE OLDU?
Hortum Cumhuriyeti’nde efendim,
Ne işler tuttum ki, ne işler tuttum?
Yendiğini gördüm, Mehmet etinin,
Bozkurt kılığında kuzular yuttum.
YÖK başkanı oldum ilmi YOK saydım,
Cüppe beğenmedim,hep mayo giydim,
Ahlakıma değgin yorumlar duydum,
Duydum da ne oldu,üstüne yattım.
Annem saçamadı,doğmuş sayıldım,
Meclise seçildim,derin yayıldım,
Ölmüş bir adamı tek tanrı bildim,
Bildim de ne oldu,rahmeti ittim!
Gazoz kapağıyla doldu ceketim,
Motor icat oldu,zıbardı atım,
Yem parasın’ise cebime attım
Attım da ne oldu,israfta bittim.
Bankacı dediler,para topladım,
Sporcu saydılar boşa hopladım,
Hekim,hakim oldum,şevkle zıpladım,
Oldum da ne oldu,tükendim,bittim,
Hem ülkem tükendi,hem kendim bittim!
Hece vezniyle yazdığım bu şiirimi Necip Fazıl Kısakürek’in ve mürşidinin azizi ruhlarına armağan ediyorum. EN BÜYÜK TÜRK BÜYÜKLERİNİN SLOGANI:
BİZ ŞEYHLİK DEĞİLİZ!
AB’ci ,İrticacı Prof. Dr.Mustafa Erdoğan Sürat
Avrupa Birliği tartışmalarında bazı dangalaklar, hırsız kıptinin, kapkaç maceralarıyla övündüğü gibi, yönetimleriyle iftihara yeltendiler. Ortalıkta özellikle bir gururlanış cümlesi uçuştu ki, demeyin gitsin.”Biz şeyhlik değiliz!” Tümce bu: “şeyhlik değiliz...” Ne haltız o zaman? Devlet geleneği olan-ne demekse?-, demokratik- sevsinler-, medeni ve ileri-ne demezsin?- bir ülkeyiz! Yaaa...demek, o’le?
Bakın yavrular,bakın dinleyin tosunlar: medeni,ileri, modern bir ülkede, bir;kılık kıyafet yasağı bulunmaz, iki; inanca ve düşünceye yasak olmaz.
“İyi de abi, bizim halk eşektir; kılık kıyafet yasağı koymaz, herkese inanç ve düşünce hürriyeti verirsek, cumhuriyetimiz yıkılır gider,maazallah!” Helal olsun. Tam zalim Tito, katil Saddam, devrik İran Şah’ı zihniyeti. Gizli iktidar sahipleri insan, halk ve vekilleri ise hayvan...Biraz korkutunca, vekillerimizin, şarkıcı adı taşıyan başkanı da, bir dansöze dönüşüverdi.”AB istemezük”diye artistlenirken, “hazır ol cenge,istersen barış” taklası atıverdi. Yapmayın,korkutmayın zavallıyı!” Yaparız,bizim çok kuvvetli bir ordumuz var;istesek ABD ve Avrupa Birliğini yeneriz.Firavun olma gücüne sahipken, neden Musa’ların işini bitirmeyeceğiz?” Eh bitirin o takdirde,kızıl faşizminiz sizin de kızıl deniziniz olur inş(e)allah! Yok canım kötü bir şey kastetmedik, Musa’yı ve altın peygamberler zincirinin bilumum halkalarını öncelikli tehdit olarak saymanızın karşılığında,devlet parasıyla Kızıldeniz’e plaja gidersiniz yani! O deniz ki, inanç hürriyeti dostlarını yok etmek için sefere çıkmış Ramses ordusunu,yutup,”cehennem-ül zümera”ya postalamıştır. Bunda da kötü bir şey yok canım; kayrılmışların, imtiyazlıların cehennemi yani. İtalyan toplumbilimci Pareto,”seçkinlerin dolaşımı” diye nitelendiriyor, imtiyazlıları bekleyen o akibeti! Makale, bilim ve edebiyat... Gelin edebiyatın manzum olanını yeğleyelim:
ŞEYH DEĞİLSİN,NESİN?
Güdük firavun,ey küçük firavun,
“Ben şeyh değilim” deme,görüyoruz oturduğun yeri,
İyi günler randevu evinin Çar’ı!
Çar, sezarın rusçasıdır,
Cemaatten hoşlanmaz ve deyyusun hasıdır!
İnsan toplumları şeyhsiz ve cemaatsiz olur mu?
Yabancı sözlükler hiç,Sheik’siz kalır mı? Tercüme ediyorum karşılığını,
Yetimlere harcar altın dağını,
Şeyh olmayana gelince, kurbanı kesmez ama,
Derileri gasp eder, saçar baloya!
“Ben büyük kıptiyim, en çok ben çaldım,
Milletimin ilaç parasını elinden ben aldım”
Övünmesi böyle, şeyh olmayan zavallının,
Vicdanı tükenmiş, mantığıysa tın tın!
Şeyh’lerin bildiği, güdük firavunların bilmediği bir toplumbilim kuralı daha vardır: Bir toplumda, tek bir kişiye yapılmış bir haksızlık,toplumun tümü tarafından bir tehdit olarak algılanır. Tüm yurttaşlar,”bu gün başkasını vuran yargısız infaz,yarın bana da yapılabilir” endişesine kapılırlar. Ondan sonra ordular ne denli güçlü olursa olsun, Kızıldeniz’de plaj keyfine gidilir.. Keyif,eşeklere özgü bir fiil olduğuna ve de,baskıcıların, darbecilerin Türkiye’sinde keyiflenmek makbul bir iş sayıldığına göre,bu anlattıklarımızda da, kötü bir şey yok. Ayrıca olsa ne çıkar; elinden geleni ardına koymayanlar, namert oğlu namertlerdir! Kendimizde büyük kudretler vehmederek devleti zulümle ayakta tutma hezeyanı bizi başka ülkelerin boyunduruğundan başka hiçbir yere ulaştıramaz ki...Yarın bir gün,adalet vadeden, zulümden kurtarma sözü veren ilk dış kurtarıcıya halkların teslim olacağını bölünen ulusal devletçi,komünist Yugoslavya’dan ve valdesinin otuzaltıncı paraleline kar yağmış bulunan Baasçı Irak’dan bilmiyor muyuz? Üfürükten “teyyare”, Sovyetler Birliği, hür dünyanın aksırmasıyla yere çakılmadı mı? Şimdi oturup bekleyecek miyiz ki,hür dünya “hapşu” desin ve yerli zulüm düzenimiz yıkılsın; biz de, dönüp,yıkıcıya “çok yaşa” diyelim! Vatandaşlarımızın düşmanı değiliz, ve böyle bir gidişe izin veremeyiz! Uyarmak, görevimiz! Uyarmaya devam edeceğiz! Gafiller bizi, Anadolu’da Vakit gazetenizi akredite saymasalar bile,şimdi uyarmanın tam zamanıdır: zira şimdikiler gafil; Yirmisekiz Şubat’çılar gibi, hain değiller!
Ve biraz efelenme: İster darbeci, ister hain,ister gafil,isterse saf vatansever olsunlar, tüm baskıcı takımını, HÜR BATI ALEMİ’nin terbiyeli,saygılı, medeni, ATANMIŞLARI’na benzetmek görevi bizdedir artık. Hür ve medeni batının demokrasi dersini içine sindirmiş biz, inanç ve düşünce hürriyeti dostları, hür ve medeni aleme bile diklenebilen asi atanmışları eğitmek zorundayız. Eski bir deyimi, “Yalova Kaymakamı” deyimini aklımıza getiren SEÇİLMİŞLER ise, üstlerindeki gizli dikta baskıları tükenince,zaten birer birer adam olacaklardır. Görev bizde!
TÜRKİYELİLERİ AKIL BATIRMIŞ!
Prof. Mustafa Erdoğan Sürat
Cahit Sıtkı Tarancı “Otuzbeş Yaş” adlı şiirinde,” Su insanı boğar,ateş yakarmış” dizesini döktürüp çok akıllıca bir laf ettiğini zanneylemiş. Zaten bizi de sırf akıl batırmış. Türkiyeliler, ata geleneklerini, İskoçlar, Vatikanlılar, Monakolular gibi öpüp başlarına koyamadıkları, çok akıllı oldukları,atalar sözü dinlemeyip kendi burunlarının istikametine gittikleri için batmış ve IMF borç batağındaki debelenmelerinin son valsine başlamışlardır.“Batılı alimlerin büyük bir çoğunluğu dünyanın döndüğünden hala şüphe etmekteler” desem, bizim çok akıllı yani entel-dantel yurttaşların tepesi atıverir. Ne yazık ki, durum böyle...Zaten aile ve toplum terbiyesinin baskısı altında bulunmayan tahtalar rüzgarla uçar, uçtum akıllı milletlerden de ne Kopernik ne de Galilei Galileo çıkar cancağızım!
Türkiyeliler iki de bir “iki kere iki dört “ der dururlar. Sanki dünyanın diğer halkları gerzek,bir bunlar akıllıdırlar. Bunların darbecilerine “Niye eşkiyalık yapıyor, milletinin sana emanet ettiği silahı neden milletine çeviriyorsun?” diye soracak olsan, “Cumhuriyeti, laikliği, çağdaşlığı korumak için” cevabını veririler. Cumhuriyet ve laiklik lafları kabak tadı verdi de, şu çağdaşlık acep doğru anlaşılıyor mu? Çağdaş sözcüğü eğer modern demekse, ”Modern Matematik”,iki kere ikinin dört ettiğini söylemiyor. İki kere iki üç,yahut beş de etmiyorsa, aradaki ihtimal yalnızca dört de değil...Aklın yolunu egemen,iman yolunu yoluk bırakmak,bizim laiklikçi takımının değişmez ülküsüdür. Bu yüzden ülkünün ne olduğu suali ide seksen küsur yıldır cevapsız kaldı! O nedenle de aşağıdaki soruların tamamı doğru,tamamı yanlış sayılabildi. Tabiatiyle, verilecek cevaplar da yanlış doğru yahut doğru yanlış olacak artık:
Ülkümüz,Kıbrıs’taki “Evet’çi”Türkleri bıçaklamak mıdır?
Ülkümüz,yükselmek,ileri gitmekse, yüksek kaç metre yukarıda, ileri kaç kilometre ilerdedir; Kıbrıs’taki resmi aracın taşıdığı patlayıcılar nedir?
Ülkü Hanım’ın itibardaşı Sabiha Gökçen ilk kadın pilotumuz mu,ilk uçan hanım mıdır? Memleketi neresidir? Kendisi kimlerdendir?
Ülkü ile ülke aynı kökten mi gelirler? Ülkü,ülke çocuklarını yedişer yedişer doğramak idiyse, bugün kuvva-muvva dümenleriyle,katillerle maktuller aynı kaba mı şey yapacaklardır? Cinayetler işlenirken “iki kere iki dört”idi de,şimdi dörtbuçuk mu olmuştur?
Ülkümüz ABD dostluğu mudur,düşmanlığı mı? Ülkümüze yön veren liderlerimizde ABD düşmanlığı yapabilecek miloş ve yürek mevcut mudur?
(Bazı açılardan ülkü soruları, ilerdeki mahkemelerin konusu olacak kadar geniş,kapsamlı,rezalet dolu,işkil yüklü, şüphenin her türlüsüne açık,mide bulandırıcı,akıl-izan dışı sorulardır. Fakat ülkü tineriyle gençler uyuşturulmadan ve cinayetlere alet edilmeden önce,akılcılık akımıyla tüm Türkiyelilerin beyniyle kalbi irtibatsızlandırılmış, ilme,sanata, spora, insanca yönetilmeye ve adalete giden yolu tıkamak için bizzat devlet elinden geleni ardına koymamıştır. Bu bakımdan, tekrar bizi geri bıraktıran uğursuz hazineye,”BİZİ BATIRAN AKIL”a dönmekte yarar var:)
HAYIRSIZ VE BATIRICI AKIL
Seksen yaşını geçti melun,
Hala iki kere ikinin peşinde
Kafası kalın mı kalın,
Aklı dört köşe işinde.
Yere tükürsem damlalar düşer,
İşte yer çekimi diye zırlıyor,
Kafasındaki çuvala millet şaşar,
Eski dostlar şimdi kime hırlıyor?
Kalbini yok sayıp,uygar mı olmuş?
Elbisesi modern,beyni bir maymun,
Eli güldürmeyip kendi mi gülmüş?
Mucitler akıllıysa,bu iman kimin?
Sevmeli ki hayırlı iş yapılsın,
İcat sırf akla gülümseyemez,
Artık puta değil Rabbe tapılsın
Ki keşşaflık, kuru aklı yemez!
Modern Osmanlıca’yı bilmediği için kurbağaca lisanıyla idare etmeye çalışan ve gelişmiş batı dillerini asla layıkıyla öğrenemeyen “Onuncu Yıl” gençliği için son dizeyi tercüme etmek gerekiyor. Nişaburek ne demek? Ah pardon efendim pardon, Keşşaf ne manaya geliyor? Keşşaf,keşifte bulunan anlamında bir sözcük. Keşşaflık ise keşifler yapma mesleği... Peki,keşşaflık neden kuru aklı yemiyormuş bakalım? Yemiyor,zira, eksi yetmiş derecede kutup keşfine yollanmak sırf akılla kıvırılacak iş değil de ondan. Kaptan Scott,en az bir Tirkiyeli kadar akıllıydı ama yüreciği de sevgi doluydu sevgi.... “Anlayon”mu akıllı Türkiyeli? Tabii “anlayon” da “hissedebiliyon” mu, “duyabiliyon” mu? Bizi Kimler Yönetmiş?
KARARI MİLLET VERSİN...
Prof. Mustafa Erdoğan Sürat
Aşağıdaki satırlar,eski bir bakanın güncesinden yahut günlüğünden diğer bir deyimle hatıratından aktarılmıştır. İçeriğinde asla imgesel güç,yani hayal ürünü tek sözcük bulunmamaktadır. Okuyup,bugüne dek bizi nasıl tiplerin yönettiğine kararı verecek olan millete saygıyla arz edilir:
11 Ocak Salı,akşamüstü: Yaya geçidinde tek bacağı bana protez gibi gelen,beş yaşlarında bir oğlan çocuğu gördüm ve o an, “İşte ülkemizin temellerine dinamit koyan,1980 den önce gençlerimizi sağcı-solcu, itçi-komünist, ilerici-gerici,devrimci-faşist diye ikiye bölen kışkırtıcıların elebaşı bu velettir” diye hafif bir çığlık atıverdim. Kahraman Maraş ve Çorum katliamlarını da bu topal olduğunu zannettiğim piç tertiplemiş olmalı idi. Yanıbaşımda, yeşil ışığın yanmasını bekleyen çok yaşlı bir hanımefendi dinelmekteydi. Fikrimi hemen ona da açtım. Bir elimle de teröristlerin gizli reisi olduğundan artık emin bulunduğum veledi gösteriyordum ki,kafama sert bir cisimle vuruluverdi. Aaa...! Bir de ne göreyim? Hemdert zannettiğim moruk karı elindeki şemsiyeyi kafama indirmesin mi? Bir yandan da “Sabi sübyana dil uzatmaktan utanmıyor musun kodoş” diye ciyak ciyak bağırıyordu.Vay acuze vay. O da muhakkak bu vatan haini topalın çetesine mensuptu ve hiç şüphesiz,şehir şebekesine böcek ilacı karıştırmak üzere bir plan yapmak için,yeşil ışık bekleme pozlarında biraraya gelmişlerdi. Moruk kadın şemsiyesiyle son vuruşunu, asıl öldürücü darbesini indirme amacıyla üstüme atlayıverince kendimi karşı tarafa zor fırlattım. Ama ne cambazlıklar ettim taşıtlardan kaçarken...
Sapasağlam küçük bir çocuğu sakat gibi algılayan sapık adam hatıratının bu bölümünde, yaşlı hanımın haklı şemsiye darbelerinden kurtulmak için kendisini hareket halindeki taşıtların önüne attığını,güçbela karşı tarafa ulaşıp ilk çevirdiği bir taksiye atladığını hikaye etmektedir. Rastlantı bu ya, bindiği taşıtın sürücüsü de onun gibi manyamışın tekidir; birlikte, Allah(cc)nin sabisini,kurşunlamayı planlarlar;
11 Ocak Salı akşamından devam:Tanrının işine bak;şoför kardeş idealdaşım çıktı. En az benim kadar Turancı,yağız bir Anadolu çocuğu. Beş yaşındaki cani topaldan nasıl haklı yere kuşkulanıp,onun sağ-sol bölünmelerimizi kışkırtan bir elebaşı olduğunu nasıl hissettiğimi nakil edince,duyguları sel olup taştı;hırsından ağlamaya başladı. Sonra hemen kendimize geldik, göbekten ters istikamete dönüp birkaç el sıkmaya karar verdik. Fakat beni tekrar çıktığım noktaya ulaştıran bu yiğit taksici ile bendenizi kötü bir sürpriz bekliyordu: topal bebe tüymüştü.
Uzun bir süre bakanlık yapmış,daha sonra edebiyata ve resme,hatta kemancılığa heves salmış kahramanımız,akıl dimağ durduran hatıratına şöyle devam etmektedir:
18 Ocak,yine Salı,yine akşam: “Bizim Eco neden yürüyemeyecek hale gelmişti,şimdi nasıl dirildi?”sorusunu aydınlattım. Protez bacaklı bebe, aslında kendi anasını rehin almıştı. Kadını her an havaya uçurabilecek kadar çakmak gazı depolamıştı bir yerlerde. Biraz fazla müştemilatlı izlenimi veren suluğu(plastik bebe matarası) belki de radon gazıyla doluydu ve yalnız annesi olacak zavallıyı değil,tüm başkentimizi yok edebilirdi. Topal yumurcak kesinlikle rehin olarak yanında gezdirdiği annesinin hayatına mukabil yaşlı başbakanın kellesini istiyordu. Yumurcak hastaneyi de rehin almış olmalıydı ve Eco’ya yanlış ilaçlar verdirtilmişti şüphesiz. Herşey açık değil mi? Başbakanı evine kaçırdılar,bu arada şekere zam yapılarak canavar küçük çocuğun dikkati dağıtılmaya çalışıldı ki bunda kısmen başarıya da ulaşılmıştır. Ancak eski istihbarat ajanı “prof”a göre, topal küçük çocukla pazarlık yapılmış,Eco’nun hayatı,bile bile seçimi kaybetmesi şartıyla bağışlanmış idi. Bu arada yine aynı topal bebe’nin şantajıyla,”Milli Görüş” gömleğini çıkaran her kim olursa olsun,Alman Vakfı K...’dan kendisine altı trilyon Euro ödenmişti. Bu parayla Annan’a ve Veston’a rüşvet verilerek Ada satıldı; Rauf beye bayat grip aşısı yaptırıldı. Aşının Cumhuriyetimizi koruyan ve kollayanlara da yaptırılmasını Misyoner avcısı A.Altınkıl önledi. Kadir Delik ile birlikte bıyıklarını ekranın sol üst köşesine doğru neden oynatıyorlardı dersiniz? Sakat bebe, canlı yayınlarda Kezban’a şifre geçip duruyordu da ondan. Anaokulunda bu velede çocuk tiyatrosu ayağına yatıp,tatlıses bıyığı yapıştırmışlardı ki kolayca işaret ve işmar gönderebilsin. Zaten Kezban’a da güvenmemiz için, hiç bir neden yok!
Kelimenin tam anlamıyla kafayı yemiş bu kereste anılarını şöyle sürdürmekte:
Merkez bankası,doları düşürerek piyasadan döviz topluyor. Yabancı paraların üstündeki parmak izlerinden yabancı güçlerle işbirliği yapan gazetecilerin kimliklerini ve analarının kızlık soyadlarını tek tek saptıyor yüce devletimiz. İçin müsterih olsun şerefli milletimiz!
Günlüğün tamamı tuvalet kağıdı hesabıyla yüz kilo çeker; bu bakımdan külli bir sunuştansa böyle bir örnekleme yeterli olacak...Eski bakanlardan birisinin hatıratında rastlanan bu fikirsel cozutmalar,geçmişte birbirlerini boğazlamış olanların bugün kuvvacı şarlatanlığı ile biraraya gelmelerinden daha meczupça değil. Nitekim yukarıda örneklenen hatıratta fıttırık eski bakanımız bir ara medyum motor adlı yarı resmi bir falcıya giderek protez bacaklı bebe’nin adresini bulması için suya baktırttığını,medyumun “bu velet şu anda Kemal Gürzoğlu adında bir vatanseverlik önderimize musallat olmuş, kara büyüyle Kıbrıslı mücahitlerin sidik keselerini bağlatmaya çalışıyor” dediğini önemle vurgulamış!
BOŞ OYLAR DÖNEMİ
Prof. Mustafa Erdoğan Sürat
Türk Halkı, seçimden önce uyarıldı, anlamadı.”Yüzde yüz oyla iktidar yapsanız bile, milletin vekillerine söz hakkı vermezler; darbeciler konuşur darbeciler dinler” denildi, Türk Milleti dinlemedi. Türk Milleti dediğin saf bir ırka mensup olmadığı gibi,öyle yüzde doksan dokuzu mütedeyyin filan da değildir, karışıktır. Aziz Nesin gibi samimi itirafta bulunanların sayısı artsa kimlerin dini tercihlerinin ne olduğu bilinebilir. Fakat, o karışık yapıya rağmen, Osmanlı döneminde her yurttaş, imparatorluğa sahip çıkmış, vatandaşlık onuru diye bir kavram oluşmuş... Vatandaşlar, darbecilere karşı canları pahasına direnebilmişler: Örnekler, İskilipli Atıf Hoca ve Said-i Nursi (Kürdi) Hazretleridir. Birisi darağacına gönderilmiş, diğerinin mezarı yağmalanmıştır. Mezar yağmacılarının, gömü hırsızlarının son sözü söylediği bu ülke, henüz, Kuzey Kıbrıs gibi, uygar alemden bir kurtuluş beklemenin şuuruna ulaşamamış gözüküyor: Heyhat!.
Ülkede varolduğu farz edilen millet,Kuzey Kıbrıs adlı, Osmanlıdan arta kalmış toprak parçasında yaşayan bahtsızlar kadar bile istikbaline sahip çıkma cesaretini gösteremediği ve kendi darbeci fenttaş’larına karşı duramadığı sürece: İnanç hürriyeti çiğnenecek,Kılık kıyafeti yüzünden horlanıp ezilecek, ırzı namusu aşağılanacak,Rabbimiz, hürriyetini savunamayanların bereketini keseceği için açlık ve işsizliği yoğunlaşacaktır!
O zaman klasik soru: Ne yapmalı? Yapılacak iş basit: Bundan sonraki tüm seçimlerde,sandık başına gidılmeli, fakat boş oy kullanılmalı ve batı alemine,hür ve medeni aleme ve dünya müminlerine, yeryüzü demokratlarına,” Ülkemizde darbe var, demokrasi yok, bir kurtarıcı bekliyoruz” mesajı verilmeli; muhakkak verilmeli! Önce, diğer partilerin toplamından daha fazla oy aldığı halde,mesela, Dehap’ın milletvekili çıkaramadığı zulüm dolu, demokrasi dışı Siirt Seçimleri geliyor, sonra yerel seçimler daha sonra erken seçim. Irzını, namusunu, ülküsünü, soyunu,inancını, insanlığını, çoluk çocuğunun nafakasını seven herkes şu andan itibaren görevlidir: “Türkiye gerçek demokrasiye kavuşuncaya kadar oylar boş,oylar boş, oylarımız boş” diye bağıralım, fısıldayalım, yazalım, mail-meyl yapalım, simgeleyelim, işmar edelim. Namussuzlar, seçimleri değil, dolu oy atmayı boykot edişimizi dünyadan gizleyebilirler; hür batıdan gözlemci isteyelim. Bak, Kuzey Kıbrıs denilen yerdekiler,tüm darbeci ve baskıcı deyyuslara rağmen hürriyete ve ekmeğe yaklaştılar. Bu kocamış topraklarda bin yıldır, namaz kılıyor, şölen yapıyor, emek harcıyor,ter döküyor, ilahi okuyor, semah dönüyor,sepet örüyor,tarla sürüyor, saz çalıyoruz. Adamlıktan yana hiç mi nasibimiz yok bizim?...Haydin ispata, haydin onura,haydin şerefe, ekmeğe, özgürlüğe, haydin kurtuluşa!Nesir kesmediyse buyurun nazıma.
OYUM BOŞTUR SAMAHI
Oyum boş, oyunları boşa çıkarmalıyım,
Bana dolu oy attıracak yiğit kim, bayım?
Anam, koca ozan “bayım” diyor, ay şimdi,
Bayılacağım!
Böyle edebiyat keseceğine,yakınlarına hayırlı ol,
Hadis,iyiliğe akrabalarından başla diyor,dinle “bi yol”
Akraban üç kuruş için intihar ettiyse bu senin,
Namusunu göstermez ayol oğlu ayol;
Ulusun tepesinde oturma,defol!
Artık hür dünyanın gözü üstümüzde olduğu için, ayrı kesimlere mensupmuş numarası yapan ve aslında hepsi darbecilerin emrinde çalışan namussuzlara verecek oyumuz bulunmamalı. Hani düşünce yasağının kaldırılma müjdesi? Hürriyet uygarlığın gereği ama, savunmaya gücü olan var mı? Bunların hepsi aynı şeyin soyu değil mi? Radyolarımız hür mü? “Eee, biz bu işlere layıksak yine seçim oyununu oynamaya devam edelim, açlıktan, şerefsizlikten, hürriyetsizlikten zıbarıp gidelim!” diyebilir misiniz? Uyanın,”oylar boş” güneşi doğdu, uyanın! Siirt seçimlerinde bağımsız adaylar dışındakilere oy yok!Baraj diktacısı partilere boş oy! HEPİMİZ HERKESE DUYURALIM: BAĞIMSIZ ADAY DIŞINDAKİLERE YA OY YOK, YAHUT BOŞ OY! BAYRAM DERİLERİNİZE YİNE EL KONDU, ELİNİZ BOŞ KALDI,OYUNUZ DA BOŞ KALSIN! YALANCI SEÇİLSE BİLE, OY ORANI DÜŞSÜN, YÜZDE SIFIRA YAKLAŞSIN, REZİL OLSUN! HAYDİ SANDIĞA! SELAMUNALEYKÜM!
Bu Ülke Beyaz’dan Batacak:
BEYAZ GINA GETİRDİ
Önce Yıldırım ve Sofu namındaki padişahlarımızı tenzih edelim, sonra da soralım,çok rica ediyorum, soralım: “Hangi Beyaz?” diye.. Çünkü, Beyazıt’ı var, Bayazıt diyeni çıkar, Bayezit de cabası. Beyazit diyene bile rastladım; aman durun, ne beyazı ne iti?
Birtakım Beyazlar var bu kesin; ama sonunda, neticesinde “ıt”mı bulunur “it”mi ? Orası çok karışık işte...
Geçen gün Gazete’den aradılar.”Beyaz bey dikiş filmi seyrediyormuş, hemen git, kendisiyle görüş, haber yap!” dediler.”Hangi Beyaz?” diyecek oldum; herhalde cehaletime kızmış olacaklar ki, telefon yüzüme kapandı.”Ulan, bu herifin sonunda yoksa, soyunda muhakkak it vardır”dedim kendi kendime. Kimsede bırakın kumaş almayı, çaput alacak “kayme”nin olmadığı ulusal bir ekonomik kıyamet’de bu itoğlu it, dikiş nakış filmi seyretmeyi nereden çıkartmıştı? Sonra bu şerefsiz hangi Beyaz’dı acaba? Şu AIDS’li yumuşak mı, bakar kör olan mı, din düşmanı mı, kadın düşmanı mı, hangisi? Beyaz şarapçı Sakarya caddesi alkolikler kralı, Beyaz kadeh namıyla maruf zavallı mı, yoksa, söylemeye dilim varmıyor, beyaz kadın pezosu, operasyoncu O.Be... mi, pardon O.Pez.. mi,ah pardon, O.Paş. mı?
Uzatmayalım; Beyaz’ın dikiş öğrenmek için “filim” seyrettiği pansiyona gittim. Oda karanlık... Seyirci iyi seçilemiyor, ama, beyaz ekranda bir sürü kirli ,paslı yorgan iğnesi iğrenç kumaşlara dalıp çıkmada...Herifçioğluna selam verdim, öğrenci rüşveti değildir diye almadı. Başını çevirmeden “Sus da çök yanıma; ‘Seker’ markalı iğnelerin ihtişamını görüyor musun?”diye ağzını şapırdattı. “Müslüman malı çuvaldız görsen dudağın uçuklar deyyus” diye çıkışmak geçti içimden, neyse,”vela havle vela kuvveh(t)” çektim. Sustum, oturdum.
Beyaz seyirci, beyaz camın önünde oflayıp puflayarak gösteriyi seyrediyor, ağzından saçılan salyaları, pis bir bezle silmeye çalışıyordu. Bu bezin üstünde İngilizce,”Fabric for using only in Inst.” yani, “sadece aybaşında kullanılan bez”diye yazıyordu. Fakat cahil seyirci, hiçbir şeyin farkında değildi.Bu bezle gözyaşlarını siliyor, diline masaj yapıyor, bezi yalıyor, hatta onunla orasını burasını kuruluyordu. Bu iğrenç adamı izlemek bir şey değildi. Fakat abdestime-Allahım korusun- zarar gelecekti. Fırlayıp kalktım, bir tekmede televizyon aygıtını parçalayıp ışıkları açtım. İki üç tokat yapıştırıp bu kirli beyaz suratlı herife, “ayağa kalk” diye bağırdım.
Beni yirmisekizci eşkıya sanmış olacak ki, hemen emrime uydu. Hazırola geçti.
-“Burada n’apıyon lan?”diye sordum.
-“Efendim Pornonuncu Yıl Marşı’nı öğreniyom” demez mi? Daha sonra aşırı laik ana okulu çocuklarının bile yakından bildiği bu marşı söyleyip tüydü. İşte o marş:
PORN-O-NUNCU YIL MARŞI
Pis kadınlar, pis adamlar; nedir o yaptığınız?
Bize kadın deme hafız,bizler kızoğlan kızız!
Sizi gidi uyanıklar, dikiş icadoldu artık herkes kız
Oğlan olmak zaten serbestti, ne dersin baldız?
Ben baldız mıyım bunak? Bacanağım bacanak
Olsun farketmez keriz,üstelik ekranda işin hazır, parası temiz.
Bırak bu martavalları, aramızda işin ne Beyaz Hoca?
Yakalarsak öperiz, olmasın sakın kızmaca.
Lay lay lay beyaz yirmisekiz;tek pornocu ben miyim?
Pornocuyuz hepimiz
Çıktık açık ve saçık, her pornodan tertemiz! EN BÜYÜK TÜRK BÜYÜKLERİNİN YÖNETTİĞİ BÜYÜK YAZARLAR ÜLKESİ
Yazar olmadığı halde yazan,gerici ve batıcı Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat
Ülkemizde tam yirmi bin büyük yazar bulunuyormuş. Biri sağcı diğeri solcu iki çok büyük yazar, birkaç ciltlik “Yazarlarımız Ansiklopedisi” hazırlamışlar; o kitap öyle diyor. Büyük ve keriz her Türk yazarına bir takım ansiklopedi satınca trilyonu götürüyorsunuz, fiyat da ona göre ayarlı...Ne kadar olduğunu söylemeyeyim; piyasaya çıkınca kendiniz görün!
Tüm Kuzey Amerika’da yaşayan büyük yazarların sayısının sadece yirmi olduğunu Kadek’in Almanya temsilcisi Haso bile bilir. Demek ki, Türkiye büyük yazar yetiştirmekte uzay teknolojisine sahip ülkeleri sollamış. Helal olsun. Bir gün büyük millet olacağımız, yazarlarımızın kakasından, ah bağışlayın, cakasından belliydi.
Büyük yazarlarımız,her şeyin farkına varmışlar, fakat,ülkemizde hürriyet olmadığını fark edememişler.. Ansiklopedinin önsözünde söylenenlere bakılırsa, “yazarlar hürriyet ortamında gelişirler”miş! Laf aslında eksik: hürriyetin bulunmadığı yerde ne bereket, ne namus,ne gerçek kahramanlık, ne de yazarlık kalır. Türkiye bu yüzden aç, aciz,güdük ve hortumzede... Nazım’la Necip beyin vefatlarından sonra yazar mazar da yetişmedi. Onları yetiştiren terbiye, “eyi muz” cumhuriyeti terbiyesi değildir; düpedüz Osmanlı edebidir. Ya ya, şaşırmayın; edebiyat, terbiyeyle ilintili bir sözcük. Şaşırmak, kaşırmak, haşrolmak ve neşrolmak fiilleri nasıl ortak bir kökten geliyorsa öyle işte. İzninizle, büyük Türk yazarlarının da bildiği bu edebi gerçekler hatırlatılmış oldu. Bilmem kaç rakımlı tepedeki başkanın kurbağacaya olan merakı biliniyor da, eski hanzo sözcüsü,yeni elçi, geçen sene, “olası” ve “ihtimaliyat” kelimelerini bir arada kullanmıştı.. Sayın İl densizi- adı böyle bir şey hıyar ağanın- evet bu İldensizi, dibi sıkışınca Arapçaya sığınıyor. Tabii,başını gözünü yararak. Oğlum ona ihtimaliyet denir. Zaten ihtimal, mühtemil ve tahtamel ve hatta tahtelmetil sözcüklerinin kökleri,senin de bildiğin gibi aynıdır.(Uyandırman kerizi) Şu anda büyük Türk yazarları, edep yerine nişadır sürülmüş karakaçanlar gibi sağa sola bakınıyorlar, “acaba duyduklarımız doğru mu?” diye. Tabii doğru; hatta Çankaya sözcüğünün çoğulu Çankiyat olup, hatırlayamadığınız yerde, bakliyat, gaziyyat, sarfiyat çoğullarını da eş anlamlı biçimde kullanabilirsiniz. Çıksın sözcü efendi, kelime sarfiyatı yapsın, maaş da nasıl olsa yirmi milyarcık... Tabii sözcümüz, “ihtimaliyat”’ı nişadır çantasından çıkarmadı; beş milyar maişetli bir de metin yazarı, büyük Türk edibi vardır arka planda. Malum olduğu üzere edip,gayda ve hayda sözcüklerinin de kökleri aynıdır.Ah şu sözcüsü büyük ülkenin büyük yazarları, insanı nasıl da söyletiyorlar; bunlarla aynı fosseptiğe su dökmek bile kişiyi şair yapar inan olsun!
Laf lafı açınca, maksat minder altına gitti. Şimdi ülkemizde bir çok karanlık kişi, aydın kisvesi altında,”biz muz cumhuriyeti değiliz” diye horozlanır. İyi ya işte, muz değil “eyi muz” cumhuriyetisiniz efendim. Hani salak seyirci beyaz perdede fuhuş sahnesine takılınca,”eyi muz”diye bağırır ya, işte ondan. Enflasyon sonunda patlayan fiyatlara fahiş deriz hani, işte fuhuşla bu laf da aynı kökten geliyor. Bu kez dalga geçmek yok, hakikaten aynı kökten geliyorlar. Dalga geçmeden, biraz da kafiye dersi; necipçe bir nazım denemesi:
KAFİYE DERSİ
Ey büyük Türk yazarı, son ekten kafiye olmaz,
Geliyor ve uçuyor kafiyeli değiller,
“Geliyor”un kökü “gel”,ona uygun “kal”
“Uç” un uyuştuğu fiil ,”kaç”
Dur kaçma, bu lafın gelişiydi,
Kusura bakma,bu ders acemi işiydi!
Uyanık ve “böyyük” Türk yazarlarının sayısı meğer bu yüzden patlamış. Adamlar almışlar ellerine bir “son ek”, diyelim,”yor”; başlamışlar yazmaya: aksırıyor,soruyor,yutuyor,uyuyor.... Aman ne kafiyeli anlatım. Halbuki,örneğin şöyle yazsalardı uyum bulunabilirdi: aksırıyor-tıksırıyor; soruyor-yoruyor; yutuyor-tutuyor;uyuyor-soyuyor. Yahu kim uyuyor, kim soyuyor? Büyük Türk Yazarı uyuyor, ansiklopedici soyuyor. Hala anlaşılamadıysa,yine uyaklı anlatım, yine manzume:
BÜYÜK YAZAR,SARI BOTLU KAZMA
Eskiden sarı çizmeli Mehmet Ağa varmış,
Kendileri aranınca bulunmazlarmış,
Şimdi ansikocu onu botundan tanıyor,
Eserinin son cildinde onun suyuna da banıyor,
Yazarlar cemiyeti üyesi,sarı botlu kazma,
O yazar, sen istersen de,”yazma!”
Büyük yazarımız bu,neresinden belli,
Edebiyatın edebini bile kirletir hoyrat eli!
TARİHTEN BİR YAPRAK:
ARAPÇA EZAN BAYRAMI
Bu bayramı ben, Tarihi Serhat Gazetesi sahibi Hüseyin Durak’ın oğlu tanınmış siyasetçi Yılma Durak’tan dinledim.
Yer: Durak’ların Ankara Kocatepe Camii’ne bakan yeni ofisleri .
Tarih: Çok taze; Yedi Mart İkibiniki, Perşembe
Konuşma türündeki bu önemli ve belgesel nitelikli hikaye aşağıdadır:
(Bir oda, içeride üç kişi. Konuklarını ağırlayan Yılma Durak, zaman zaman telefonlara cevap verir. Kimi zaman içeriye çay servisi yapan genç bir adam girip çıkmaktadır. Durak, gitmeye hazırlanan konuklarına itiraz eder)
Durak: Durun bakalım, hemen kalkmaca yok, hem size anlatacaklarım var, tamam mı? Birer bardak sıcak demli çaya itiraz etmezsiniz sanırım.
Ben: Eh, hadi içelim o zaman. Kulağımız sende usta!
Diğer Konuk: Bir basın hikayesi herhalde ...
Durak: Hem evet, hem de hayır. Bu anlatacaklarım bir milletin .inançları söz konusu olduğunda nasıl bir sevinç, çoşku kudreti taşıdığını gösterecektir.
Ben: Serhat Gazetesi’nin tarihsel bir buharlaşma zirvesi olsa gerek
Durak: Evet, aynen öyle! Bin dokuzyüz elli ‘ye kadar korkunç sıkıntılar çekmiştik. Matbaa büyük bir ahırdaydı. Babamla birlikte bu ahırda yatıp kalkmaya başlamıştık. Çünkü geç saatlere kadar çalışıyor ve eve gidecek fırsat bulamıyorduk. Neyse, daha sonra evimizi matbaanın yakınına taşıdık.
Ben: Evet hatırlıyorum, mahallenin çocukları ile o sokaktan geçer, Cumhuriyet Caddesi’ne giderdik.
Durak: Derken seçim oldu. Demokrat parti iktidara geldi. O günlerde haberleşme çok yetersiz olanaklarla yapılıyor... Devletin yazdırma servislerinden haber dinleyip ertesi gün gazetede kullanıyoruz.
Bir akşam dinledik ki, Türkçe ezan kaldırılıp, yeniden Arapça ezana geçilmiş.
Ben: Aslında halk Arapça ezanı hiç terketmemiştir ki...
Diğer Konuk: Evet, evet etmemiştir. Bu olanaksız...
Durak: Tamamen doğru. Hiç unutmam, namaz saatlerinde bizimkiler beni pencereye çıkarırlardı. Çocuk sesimle beş vakit ezan okurum, tabii Arapça, aslına uygun...
Ben: Herhalde müminler her yerde kendi öz ezanlarını okuyup, her vakit namazını öyle eda ediyorlardı.
Durak: Şüphesiz! İbadet daima asli özellikleri ile yapılıyordu.
Diğer Konuk: Ah, yüce millet!...
Durak: Konumuz da oydu zaten. Uzatmayalım, hükümetin Arapça ezana dönüş başarısını gazetede manşete taşımıştık. O zamanlar gazete yüz paraydı, yani iki buçuk kuruş. Yaşları sekiz, on civarında değişen çocuklar caddede, sokakta bağırışıp dolaşarak satarlardı gazetemizi. Dağıtım öyleydi.
(Hepimiz nefesimizi tutmuş birbirimizin yüzüne bakıyoruz. Anıların zirve noktasına, buharlaşma sıcağına ulaştığını hissediyoruz.)
Durak: Arapça Ezana Dönüş’ü böylece manşet yapıp gazetenin dağıtımını başlattık. Heyecan içindeydik. Bir tür içimiz taşıyordu. Coşku kaynamaya başlamıştı içimizde. Babamdan izin alıp ben de gazete satmaya çıktım.
İnsanlar çılgın bir sevinç içersinde gazeteyi kapışmaya başlamışlardı.
(Odada üç kişi, tek bir ruhuz. Susmayı bile susturmuşuz; bakışların gürültüsüne dahi izin vermeden yalnızca gözlerimizde yaşıyoruz. Hiçbir yere bakmıyoruz, göz bebeklerimizde sükut ediyoruz. Tarihi anıların sahibi yeniden giriyor söze)
Durak: Yaşlı ve çok gür sakallı bir amca bir gazete istedi. “Arapça Ezan Döndü” haberini okudu. Okumadı, damarlarına çekti adeta, koynundan bir mendil çıkardı. Dokuz kata sarılı parasını ipekli dokunun derinliklerinden çekti uzattı bana. Çok büyük bir paraydı bu. Şimdi’ nin iki yüz elli milyonu... Yani o günün beş lirası. “Amca yapma, ben bunu nasıl bozarım?” diye haykırmışım. İhtiyar vakur ve kararlı konuştu: “Bu benim kefem paramdı. Hepsini ezanımın haberine veriyorum evlat!” BALKANLAŞMIŞ BASKICININ HUZURUNDA
Balkanlaşmış baskıcı’yı bir yazar, bir bilim adamı olarak ziyaret etmek istemiştim. Emrindekiler bana dediler ki,”sen akredite değilsin, ziyaret edemezsin. Kabul buyururlarsa huzuruna çıkarsın.” Beyinsiz olsam,” Yahu Cumhuriyet kurulmadı mı, burası padişahlık mı, ne huzuru?”diye sual ederdim. Sadece şunları söyledim:
-“ O akredite dediğiniz tüccar gazeteciler, çok genç hanım pazarlamışlar, çok yuva yıkmışlardır. Aman evlerinizdeki kadınlara, kızlara mukayyet olun. Gereğinden fazla medya kanalizasyonu izletmeyin!”
Düzeyleri bu söylediklerimi anlamaya yetmemiş olacak ki, sadece bön bön yüzüme baktılar. Sonracıma, yol gösterdiler, baskıcı ve şerefli -genelevdeki hanımların bile yapmadığını yapıp onlar kendilerine böyle diyorlar-evet,şerefli gücün, yaşayan Balkanlılık abidesinin huzuruna girdim.
Yaşayan abide beni karşısında görünce, adeta çılgına döndü:
-“Yolsuzluk operasyonlarında bir yere kadar gelip tıkanıyorsak suç bizde mi ulan?”diye böğürdü.
Yüzüne,İzmir’i işgal eden palikaryalara Hasan Tahsin’in baktığı gibi baktım. Eli ayağı birbirine dolanarak özür diledi:
-“Yani afedersiniz hocam, bizim de gücümüzün bir sınırı var, yani...”
-“Bilirim, bilirim” dedim, “irticanın başını ezerken gücünüz sınır tanımaz da, ülkeyi tüketeceğini kesinlikle bildiğimiz yolsuzluk, hortum, soygun ve israf konusunda motorunuz biraz kifayetsiz kalır.”
-“İşte burada halt ettin!” diye gürledi yeniden ve ekleyiverdi, ”Biliyor musun, Amerika bile bizden korkuyor???”
Tam o sırada, dehşetten rengi uçmuş bir yasavul girdi içeriye. Doğruca yanına giderek, baskıcı, şerefli, Balkanlaşmış amirinin kulağına bir şeyler fısıldadı. Ne haber aldı bilemiyorum amma, bizimkinin dibi adeta tavana vurdu:
-“Ne, şifreler mi kayboldu?” diye inleyerek gürledi. Ben oturduğum yerden, “sahte işçi partisinin başı çalmıştır” diye bir laf attım ortaya. Balkanlaşmış serefli gücün başı, hayretini gizleyemedi bir an,
-“ Olabilir mi böyle bir şey?”
Yanıtladım,
-“Neden olmasın?” ve ekledim,” Bu sahte İP(SİZ) önderi, bir zamanlar saftrik devrimci gençleri sizlere infaz ettirmiş idi. Şimdi sıranın sizlere geldiği anlaşılıyor. Sizi de ABD’ye infaz ettirmekte ne beis var acaba?”
Balkanlaşmış baskıcımızın ne denli şerefli olduğunu bilemem. Fakat bu son söylediklerimi anlayacak kadar beyni vardı,inleyerek konuştu:
-“Evet benim hastalığım böyle işte. Azıyor azıyor, sonra kendimi imha ettiriyorum. Üniversitenin aymaz ve ebleh bir delikanlısı isem, beni dahili infazcılarım bitiriyor. Makamım yüksekse, emrim demir kesiyorsa, alikıran baş kesen isem, bu kez, dışarıdaki uygar dünya eliyle itlaf ediliyorum. Kaderimde bozuk olan nedir? Söyle bana...”
Ona, bir ulusun kaderini değiştirebilecek bir açıklama yaptım, tuttu elimi öptü. Daha sonra da uyandım, meğer bir düşmüş gördüğüm. Keşke düş olmayaydı da, ülke batmayaydı! Okuyun düşümde söylediklerimi, yalansa yalan deyin:
-“Özellikle, Amerikan İngilizce’sinde, Balkanize olmak diye bir fiilimiz vardır. Balkanize olmuş, yani, Balkanlaşmış kişiler, kümeler, güçler, Ateisttirler. Allah(C.C) ye inanmazlar. Duyguları eğitilmemiştir, ne acımasını bilirler ne de sevmesini. Kadını mal gibi vitrine koyarlar, teşhir ederler, Kadınları da onları boynuzlar tabii.. İlkelerle namuslu bir kuşak yetiştirmeye çalışırlar, samimi fakat namussuz oldukları için ilkeleri de işe yaramaz. Ülkelerini, yalnızca yok etme fiilini sayıklayarak var etmeye çalışırken, bu tür şerefsizlere iyi kötü savaş açmaya çalışan İncil Şeriatçılarının elinde yok olup giderler. Son nefeslerinde İslam’a sarılmamış olmalarına kahretseler de, kahrolup gitmeleri kaçınılmazdır artık!Hemşehrileri Miloş gibi yüzleri bir Avrupalıyı andırsa da içleri haramidir. Anadolu doğumlu olanlarının da önce içleri vahşileşmiş sonra yüzleri batılılaşmıştır. İçlerindeki vahşetin derecesi, gerçek bir batılının çiftlik köpeğinden fazladır.”
BAŞÖRTÜLÜ DEMEÇLER VE TERCÜMELERİ
Durup dururken İmam Hatip öğrencilerine dayatılan “başörtü” yasağı konusundaki renkli demeçleri herkes anlayamayabilir. Çünkü herkesin uğraşı siyaset,sembolik edebiyat,meddahlık yahut laf cambazlığı değil ki...Tüm bu mülahazalarla, sözkonusu demeçleri günlük, masum, samimi, dürüst Türkçe’ye tercüme etmeliyiz.(Dikkat:demeçler manzumdur.)
Demeci alan muhabirin sorusu:
-“Sayın başbakan,İstanbul’da alevlenen başörtüsü yasağı yüzünden öğrenciler okullarına alınmıyorlar,ne dersiniz?”
Ecevit:
Öğrencilermiş, yok canım
Şunlara baksana ne diyorlar Rahşan Hanım
Üç beş kızcağız baş kaldırmışsa
Güvenlik tedbirlerimiz tamamdır çekmeyin tasa
Öğrenci başına yüz helikopter, bin panzer, onbin keskin nişancı
Onlar yolcuysa bizim metin hancı oğlu hancı
Tercümesi: Milli Eğitim Bakanı değişse de bu işler devam eder, tamam mı? Çünkü yirmisekiz bilmem ne hala iş başında. Kitleye mal olmayan haksızlıklar önemsizdir. Ülke genelinde yüzde yirmibeşe yapılan kötü muamele iyi sayılır. Hatta yüzde doksandokuza yasak getirseniz de bir şey yazmaz...
Soru: Sayın Bahçeli, nasılsınız?
Bahçeli (Bahçesi olan adam), kürsüye çıkar:
Ülkemizin en hassas döneminde
Krizle başı dönmüş Türkiye’nin çok pis bir deminde
Bu işi kim kaşıyor, yoksa başörtülüler siperleri mi aşıyor?
Hepimiz iyi düşünmeliyiz, sevgili hindi kardeşlerimiz
Bu iş kime yarıyor, Bülent, zülfünü kimler tarıyor?
Tercümesi: Bu Bülent başbakan olmadığı gibi, Bülent Ersoy hiç değil... Bu perçemli ülküdaş, Şevket Bülent’ten başkası olabilir mi? Bahçesi olan adam başörtüsü sorununa bir kar-zarar meselesi gibi bakmakta olup yasağın kime yaradığını merak ediyor, kendilerine yarasın istiyor.
Soru: Ne dersin abilerin abisi?
Recai abi (Kutan):
Aman yarabbim ne günlere kaldık?
Acı bizlere Allahım, tek biçare kaldık
Adam asmak için seçmenden oy çalanlar
Sunuyor hergün binlerce sınırsız yalanlar
Akıllarınca Apo’yu bize affettirecekler
Sağımız solumuz hep çiyanlar, çakallar, böcekler
İmam Hatip Liseleri’nin provokatörü kim?
Hiç şüphesiz kara bıyıklı ağır çekim
Eğitim-Öğrenim hakkını katletti birileri
Katil bölücüyü affetti birileri
Tercümesi: Bölücü başını affetmek vaadiyle mi oyları götürdü bu herifler? Baş örtüsü sorununu çözmek yerine Apo’nun boynundaki ilmeği çözmeye çalışıyorlar. Hem de bizleri alet ederek... Bize ne yahu? Avrupa Birliği’ne verdikleri sözü tutmazlarsa olacakları kendileri düşünsün.
Soru: Mutlu vatandaş ne diyorsun?
Mesut-Mutlu Adam:
Şaşırdım ben şaşırdım, poker olsa şortumda birkaç joker taşırdım
Fakat bu bir oyun değil ki, Avrupa’ya ne söz verdik bre kurt bre tilki
Batılılar oymaz mı adamı oymaz mı
Kurdun kuşun yanında beni adamdan saymaz mı?
Tercümesi: Bu işler anlaşılan benim başıma patlayacak. Keşke Tansu’nun yerinde olaydım, başıma iğreti bir türban takıp sahte oylar alaydım...
BİR BAŞÖRTÜLÜNÜN KARŞI DEMECİ:
Annem babam kardeşim, hakkınızı helal edin.
Kitabım, defterim çantamda okula gidiyorum, size veda ediyorum
Suçum nedir sormayın bana, hiçbir şey bilmiyorum, yok yorum
Gitmek var, dönmek yoksa okul yolunda, şuursuz yaşamam ölürüm okul yolunda
Fakat aklım öl demez inşallah yaşayacağım
Başörtü sancağımın yanı sıra şanlı bayrağı da ben taşıyacağım EN BÜYÜK TÜRK BÜYÜKLERİNE KIŞ MASALLARI!
KARAKUTU “HEK”LEYEN DÜMBÜK’LE KRAL
Anlatan:
Batı-sever, Ulusalcı-sevmez, Gerici Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat
Bir varmış bir yokmuş. Ben Şapkalı BABA’nın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir vekil kara bir koyunu andıran eski bir bakana,Ermeni’lere duyduğu sempati dolayısıyla “salkımlı vatan haini” demiş. Vatan haini çenebaz ise, “Oğlum, altın muşmula ödülünü aldığımı ne çabuk unuttun?” diye cahil muhatabını mat etmiş. Kurbağa derede kıkırdayıp “hainin gözüne gözlük, başına tarak, dibine vırrak” diyesiymiş. Eski bakan basmış pedala, bu karga ne budala, tüneyelim şu dala bakalım ne olmuş, neler olmamış? Olmuşlar ölmüş, Rahşan düşünde yeniden iktidara gelmiş. Var diyelim varalım, gelin biraz duralım. Gazi Mustafa Kemal Paşa, “durmayın beyler düşersiniz” buyurmuş. Bizler de bunu anımsayıp yeniden yürümüşüz: “Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar. Yürü yavrum yürü, yürüteyim seni, hortumcudan sakın ebeni.” Bir de arkamıza bakmışız ki, yürüye yürüye bir arpa boyu yol gitmişiz ancak. Yok,yok; durup bir soluklanalım, hikayemizi anlatıp aklanalım. Madem ki yürümekle yollar aşınmıyor, Sülü neden müzeye taşınmıyor? Bırak Sülü’yü efendi, macera başlıyor şimdi.
Efendim, bir tarihte kARAKUTU sevmez bir DÜMBÜK varmış. Bunun dini imanı para, fakat karı hep zararmış. İnsanoğlunun inançlarına baskı yapar, teröre neden olur, üç günlük dünyada, korku içinde ve korumalarının yardımıyla yaşarmış. Dümbük, bir gün işleri bozulsa, çok sevdiği KAİDEsine ilk tecavüzün, korumaları tarafından yapılacağını bilip titrermiş.
Dümbüğün KARAKUTUCULARA zulmettiği tarihte, dünyanın başına yeniden TEK KUTUP CONİ BEY, adlı bir Kral geçmiş.
Kral bir gün rüyasında, sarayının ikiz kulelerinin tekrar yanıp yakıldığını görmüş. Korku içerisinde uyanıp, sarayın tabircibaşısını çağırtmış:
-“Bana bak tabirci, düşümde şöyle şöyle bir iş gördüm, bunu neye yorarsın?”
Rüya tabircisi ise, aşırı laik, hırsız medyacıları hiç sevmeyen, Prof.Dr.MES adında bir şövalye imiş. Kendisine kısaca Doktor Mısto denilen tabircibaşı,soruyu yanıtlarken:
-“Sayın Kralım, dünyanın tüm diktatörlerini yok etmelisin” demiş; “aksi takdirde eşinizin ikizler takkesi çiziliverir.” Kaba Frenkçe’den sütyen diye aktarılan yardımcı giysiye argoda, İKİZLERİN TAKKESİ de denirmiş. Tabircibaşı meğer, bazı AŞIRI LAİK ikizlerin takkesini çoktan çizmişmiş.
Kral bu kışkırtmayla dünya diktacılarını yok etmek üzere harekete geçmiş. Fakat diktacıların kökü kazınacağına, insanlar arasındaki, mesela, Sami kardeşler yani Araplarla İbraniler arasındaki terörist saldırılar artmış, gözyaşları sel olmuş.
Hatta sonradan öyle işler tezgahlanmış ki, bırakın ikizlerin takkesini, kraliçenin paketinin güvenliğini korumak bile olanaksızlaşmış.Diktacıların ise KARAKUTU dışında korktukları hiçbir güç kalmamış.
Rivayet edilir ki, Kral sonunda gafletten uyanıp, KARAKUTU SEVMEZ DÜMBÜK’leri yakalamak, çarmaha gerdirirmek ve kentin en yüksek yerine asılmasını sağlamak amacıyla pek sadık silahşörlerinden olan,kahramanımızı, tabircibaşı Prof.Dr.Mısto’yu siteye yardıma göndermiş. Doktor Mısto tarafından yokedilecek diktatörlerin anıt gömütlerinin tepesine ise şöyle bir duyuru dikilmesi planlanmış:
EY KARAKUTU SEVMEZ KODAMAN DÜMBÜK
SEN YÜCE RABBİN AHTİNİ BOZDUN
EY RUHU CÜCE YARATIK, EY SAHTE BÜYÜK
ZULÜM KAZMASIYLA SEN, KENDİ LEŞ ÇUKURUNU KAZDIN!
(ALİ İhsan bey bekliyorlar!!!!Haftanın Penceresi!!!!Pazartesi Yazım!!!)
CUMHURİYET NEDİR? Prof. Mustafa Erdoğan Sürat
Kısaltılmasa idi,yazının başlığı şöyle olurdu: Hırsızlık,vurgun,talan, israf, bol maaş,ve yolsuzluk kahramanlarının sözde,hepimizden fazla korumaya çalıştıkları; seçimle gelmiş bir meclise saygısızlık ederken dahi, herkesten fazla kolladıkları ilan eylenmiş cumhuriyet nedir? Her türlü mugalata ve lagaluga bir tarafa bırakılarak yapılacak bilimsel, dürüst bir tarif,cumhuriyetin ne olduğunu halkımıza öğretecektir.İşte ilmin tanımlaması:
“Başında monark bulunan rejimlere MONARŞİ; başında devlet başkanı bulunanlara ise,CUMHURİYET denir. Monarklar: Kral,Sultan, Şah, Padişah, İmparator veya bunların eşleridir. Devlet başkanları ise ya cumhurbaşkanı yahut doğrudan doğruya başkan şeklinde tanımlanabilirler. Monarşilerin de,cumhuriyetlerin de başında haydutlar,katiller,hırsızlar kısacası halka dayanmayan despotlar bulunabilir ve iktidar hanedanlık misali babadan oğula geçebilir. Türkiye,Suriye “misullu” ülkelerde milletvekilliği, sanatçılık, elçilik, rektörlük ve başbakan yardımcılığı gibi makamlarda babadan oğula geçme halleri mevcut olduğu gibi, devletin tepesinde hanedanlık ihtimali de sonsuz derecede mümkündür.” Nitekim bu iki kardeş ülkeden Suriye Cumhuriyeti’nde cumhurbaşkanlığı makamı halen Esad hanedanının elinde tutulmaktadır.Önce bu ilmi tarifin kaynağını verelim;daha sonra şiirli anlatıma geçelim:English Occasions; A,Johnson,Bill; Longmans,Green and Co; Newyork,Toronto, Montreal;1943. Bu noktada her Türkiyeliye bir kitapçık satalım isterseniz: VATANDAŞ, YAVRUNU SEVİNDİRSENE/ NAYLONDUR KABI/ ANAOKULU TALEBELERİNE/ C U M H U R İ Y E T E L KİTABI! İçinde neler var diye sorarsanız birkaç alıntı yapalım:Sen “c” de çocuğum sen “u”,sen de “m”/Ne oldu?Cum; haydi tamamlayalım, Cum,cum, cumburlop! Ülkede seçimle gelmiş bir başbakana,”Tayip Amerikaya” diye haykıran darbeciler, darbe yanlıları,demokrasi dışı güçlerin hizmet ehli militanları daha düne kadar da, kızdıkları kişilere,”Moskova’ya” nidalarıyla protesto arzetmişlerdir. Fakat ufak bir hatırlatma: parasının üstünde,”Yalnız Tanrıya güveniriz” ibaresi bulunan ABD,din ve düşünce hürriyeti düşmanına ne yapılacağını iyi bildiğinden hem komünistlerden daha akıllı hem de daha güçlü. Dindar Batı Alemi’ndeyse “Cumhuriyet”, dindar-laik herkesindir.İşte özellikle Musevileri biraz da Müslümanları kamusal alanlayan Fransa’da cumhurbaşkanı Chirac, Papa’nın yaz umresi sırasında çarşaflı rahibelerin arkasında kuyruğunu kısmış edebiyle oturuyordu. Zaten din hürriyetleriinin sonsuz olduğu ABD’de ise başkan Bush, geçtiğimiz Pazartesi günü saat onsekizde, Silahlı kuvvetlere, ”Selamünaleykum -Salutations-, Zafer yalnız ve sadece Rabbimizindir” diye korkusuzca haykırdı! Batıda cumhuriyet bu! Var mı ,göbeğinden itiraz eden?
www.facebook.com/index.php NATO HABER....NATO HABER... NATO HABER...
F.TİPİ HIRSIZLIK BİTİYOR, MART'TA KALKINMA VAR!
F. Tipinin bilimsel tanımını hatırlayın! FETOŞ adlı önderleri eş cinseldi, tarihe damga vurmuş yiğit Mekke ve Medine erkeklerini andıran tüm Sami-yani İsrail veya Arap-kökenli yakışıklılara, cinsel anlamda aşıktı ve aşkını İDEOLOJİ haline getirmişti. Dünya geneline yaymak istediği "okul açma" masalı üstünden Afrikalı çocukların organ ticaretine bulaştığı, askeri tesislerden yakıt hırsızlığı yaptığı ve de halen yapmaya devam ettiği kanıtlanmak üzeredir.
Bu sıra-dışı cinsel ideolojili tip, aşkını gözyaşlarıyla paylaşarak büyülediği gençlerden potansiyel bir canlı bomba ordusu kurmuş, etrafını saran latent hırsızlardan da haşhaşçı Hasan Sabbah misali bir OBBAH (okul-banka-basın-hastane) çetesi oluşturmuş sonradan Türkiye'nin ilk devlet başkanı Tayyip Erdoğan'a karşı palazlanmıştır. FETOŞ, bizi ilgilendirmeyen, serbest cinsel tercihini ideolojiye çevirip, Mao'nun kıpkızıl faşizminin kirli yeşil versiyonunu kurarken, Tayyip Erdoğan hep NATO'ya yakın durdu; liberal, demokrat, NATO müttefiki olarak hür kimliğini korudu, kimseyi köleleştirmedi. FETOŞ taraftarı, suyu cibilliyetsiz Hilmi Havuz'un dün VOLTER' e küfretmek yoluyla aşikar eylediği NATO ruhuna ihanet, Türkiye'nin aziz devlet başkanı tarafından daima lanetlenmiştir.
Liberal kimliği Tayyip Erdoğan'ın kendi çetesini oluşturmasına izin vermedi bu nedenle de mecliste tuzluk vekilleri, basında hem canlı hem de dumanlı bombaları asla olmadı. Bu masum, temiz ve korunmasız, halk oyu temeli üstünden hizmet veren yeni Türkiye devlet başkanının zayıflığı çetesinin olmayışıysa, Kuran-ı Kerim'de Rum Suresi var. Orada kazanacağı müjdelenen ordu şimdi Türkiye misali liberal ülkelerin üyesi olduğu NATO' dur.
Yazıyı bitirirken "VOLTAIR' e sövene de AMK" d,yelim mi?